31 Aralık 2009 Perşembe

31 Aralık 2009

Güzel blogun güzel ahalisi,

Her yıl yaptığım gibi bu yılda geleneksel yılbaşı yazısı yazmadan girersem yeni yıla gözüm açık gider. Ondan ziyade hemen yazmalıyım dedim.

2009 yılının nasıl geçtiğini biliyorsunuz. Çoğu şeyi sizlerle paylaşıyorum.

Göz açıp kapayıncaya kadar hızlı geçti 2009. Ben bazen kendimi hala 2009'un Ocağının ilk haftasında gibi hissediyorum. Tuhaf değil mi? Sanırım terapi görmeliyim :P

Her neyse bu kadar geyik yeter. Güzel blogumun güzel insanları hepinize çok mutlu, çok güzel bir yıl diliyorum. 2010 yılı, 10 numara bir yıl olsun :)

Dileklerimiz birer birer gerçekleşsin.

30 Aralık 2009 Çarşamba

2009 raporu

Güzel blogun güzel insanları,

2009'a bye bye canım, gelme demeye 2 gün hatta hatta an itibarı ile 1 gün kaldı. 2009 değerlendirmesi yapmadan, yeni yıl yazısı yazmadan bu yılı bitiremem. Bu geleneksel edie finnerty davranışıdır, bakınız araştırınız geçtiğimiz yılbaşılarda yazmış mıyım diye efenim.

Her neyse lafı uzatmadan en iyi 2009 yılının ay ay durum değerlendirmesini yapmak (işte en sevdiğim şey)

ve işte 2009 yılı güzel blogumun güzel insanları :

Ocak: Yeni bir iş, yeni bir ben diyerek Ocak'ın ilk haftasında işe başladım. Aylarca aylaklık yapmanın bünyede enerji depolamasından dolayı çılgınlar gibi çalışıyordum. Kuzen bahane tertip şahane diyerek asker ocağındaki kuzenin yemin törenine gittim, tertibi de görürüm demiştim ama ellerim boş gözlerim yaşlı döndüm.

Şubat: İş ve tertipten başka şey düşünmüyordum açıkcası.

Mart: Tertibi görmeye gittim. Ufak bir Ankara Ankara seni görmek ister her bahtı kara macerası. İş devam.

Nisan: Havalar hafif hafif ılınmaya başlarken benim asabiyet kat sayım da yükseliyordu. Tertiple aramızda soğuk hava dalgası sinirlerimi bozuyordu. Kafamı dağıtmak için film festivaline gittim ama caanım filmde uyukladım. İş mi devam tabii, ama iyiydi o zamanlar.

Mayıs: Tertiple tak sepeti koluna herkes kendi yoluna. Ben mi, halet-i ruhiye enfes derecede tırtlamaya başlamıştı. İş mi? Bırakın istifamı basayım modundaydım. Güzel iş arkadaşlarım "otur kızım hele bi soluklan" dediler de basmadım istifayı. Şimdi düşünüyorum da o zaman iyi ki yapmamışım. Tarkan'ın bir şarkısı vardı, bu şarkılarda olmasa diye onun canlı örneği olurdum yeminlen. Tv dizisi için görüştüğümüz yapım şirketi senaryomuzu beğendi ama bizden yeni bir şeyler istedi. Tertip, iş o bu derken yapamadım, başka bahara kaldı dedim yapım şirketine de.

Haziran: Doğum günüm. Doğum günüm demeye ne hacet! Tertiple son kez görüştüm, al mektuplarını ver künyeyi yapmıştı bana. Görüştükten sonra işte acaip dalga geçmiştik künyeye bakıp ama hee. İş mi devam ama binbir suratla söylene söylene. Hee bi de M.J öldü bu ay ya. Ona çok üzülmüştüm. Ama o gün üzüntüm son olmuştu. "Eeh eytere be tertip" demiş, titremiş ve kendime gelmiştim.

Temmuz: İş devam ama o kadar sıkılıyordum ki terliksiz hayvan mı olayım yoksa tembel hayvan mı olayım karar veremiyordum. İş yerinde mutfağın fayanslarına bakıp canavarlar, hayvanlar çıkartıyordum. Zor günlerdi vesselam ve de sıcak. Bir internet dergisi öykülerimden biri yayınlandı.

Ağustos: Evet işte son ay. Daha fazla kendime işkence yapamayacağımı düşünüp basmıştım istifayı. Kuzenin düğünden sonra ufak bi tatile gitmiştim. Hayatıma sızmaya çalışan birkaç arkadaşa " kapalıyız kardeşim" demiştim. Temmuz ayında yayınlanan dergide bir öyküm daha yayınlandı.

Eylül: Abla'nın doğum günü. İş olmadan günler daha hızlı geçiyordu. En sevdiğim arkadaşlardan birinin düğünü. İçinde benim de öykümün yer aldığı Bozcaada Öyküleri kitabı yayınlandı.

Ekim: Yağmurdu ama hava da soğudu derken günler çılgınca hızlı geçti. Bol bol gezdim orda burda.

Kasım: Hiç sevmediğim ay bu ay işte. Zaten okumuşsunuzdur. Kasım adı gibi beni kasıyor. Sıkıcı geçti. Hava da soğuk ya sevemedim seni kara kasım.

Aralık: Birkaç komik iş görüşmesi yaptım. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini düşünmeye başladım.

2009 yılının ay ay durum raporundan da anlayacağınız gibi 2009 yılı oldukça değişik bir yıldı benim için. Bol ağlandı, bol gülündü, yenildi, içildi, gezildi, hayalkırıklıkları yaşandı, öfkelenildi. Her duygu yaşandı 2009'da. An geldi tıkanıp kaldım zamanın içinde, an geldi zaman atlı kovalarcasına uçtu gitti.

Her şeye rağmen güzeldin 2009. Ağlasam da kızsam da bağırsam da zaman zaman güzeldin. Ufak da olsa bir kitabım oldu bu yıl benim. Büyüğü mü 2010'da :)

22 Aralık 2009 Salı

Seni kategorize ettim ve sana laflar hazırladım.

Pek sevgili blogum, fark ettim ki uzun zamandır yazmamış sizleri yalnız bırakmışım. Çok ayıp gerçekten çok ayıp bu yaptığım.

Bloguma yazmadığım bu süre zarfında ne yaptın derseniz, vallahi ben bir şey yapmadım. Yedim, içtim, gezdim, tozdum, soğuk hava koşullarına uyum sağlamak için lahana gibi giyinmeye başladım, ona buna sataştım, tipik edie finnerty davranışları yani.

Bunları boşverelim de bir an önce engin bilgilerle dolu yazıma geçeyim.

Herkes herkesi kategorize eder, ben yapmam, insanlara yaftayı yapıştırmam diyenler bile hayatlarında bir kez yapmışlardır bunu. Ben yaparım, kategorize eder, sınıflara ayırırım, zira biraz pis bir insanım.

Bugünkü kategorizasyon konumuz sanat sepet işleriyle uğraşan karşı cins;

Güzide memleketimin sanat sepet işleriyle uğraşırken bir yandan da bağyanları etkilemeye çalışan bu adamları yaftalama, yapıştırma, parçalara ayırmayı ve sizlerle paylaşmayı borç bilir, geneller de genellerim. Bu yazıdan sonra sanat sepet adamları tarafından müzelik olabilirim ama olsun varsın. Ruhum sanata kurban olsun.

Fotoğrafçılar : Son zamanların en çok tartışılan sanatı fotoğrafın küçük prensleridir bu adamlar. Ellerinde fotoğraf makineleri ile her yerde karşımıza çıkabilirler (evet çok pis genelledim) Fotoğraf sanat mıdır, fotoğraf mı denir resim mi denir tartışıladursun fotoğrafçı adamlar ister bir moda fotoğrafçısı isterse de fotoşipşakcı olsunlar beğendikleri bağyana "model olmalısınız, bana modellik yapar mısınız, yüz hatlarınız oh may gad" biçiminde yaklaşabilir, portfolyalarını (bol fotoşoplu renklerle oynanmış, abuk sabuk kadrajlı, mutlaka martılı vapurlu) göstererek "ben romantik bir adamım, renkler, doğa, güzellikleri göstermek benim işim" ayağında sizi yiyebilirler, aman dikkat.


Sinemacılar : Onların hepsi birer Godard, Tarkovski, Truffaut. Hepsi inanılmaz senaryolar yazar, kadrajın alasını bilir, Auter'un ustası, unutulmaz filmlerin büyük yönetmeni. Kısa film çeker, Hollywood'dan nefret eder, Uzak doğu sineması favorisidir, bağımsızları sever. Türk sinemasının son haline acır, Recep İvedik'in gişesini kıskanır. Festivallerden festivale gider, sürekli eleştirir. Onun kadrajını, bunun rengini, ötekinin senaryosunu, berikinin oyuncularını her şeyi eleştirir. Film festivallerinde elleri ceplerinde kafasında şapkası ağzında sigarasıyla Marlon Brando'yla Naylon Branda arası gidip gelen bu adamlar engin sinema bilgileriyle, sohbetleriyle sizi kandırıp, "yüzün sinemaya çok uygun, kısa film çekiyorum oynar mısın" diyerek etkilemeye ve evinde dvd izlerken şarap içmeye davet ederler. Geçmiş zamanın dandik kısa filmcisi, şans yüzüne gülüp bir festivalden ödül alınca değil sizi aynada kendisini bile tanımaz.


Yazarlar- şairler : "Kendimi bildim bileli yazarım ben, içimden gelenleri ancak böyle yansıtabiliyorum, yazınca diğer benler çıkıyor ortaya, kelimeler kelimeler kelimeler, kelimelere aşığım, özellikle de dahi anlamındaki de'ye" Sanat sepet aleminin iflah olmaz romantikleri, kendilerini bir türlü istediği gibi anlatamayan hiç büyümeyen adamları Peter Pan sendromlu, kelime aşıkları, sarmal çengel kare bulmaca manyakları, mübalağanın ustaları askrostişin hastaları yazarlar ve şairler, kitabın olduğu her yerde karşınıza çıkabilir. Kemik çerçeveli gözlükleri (okumaktan şişe dibi gibidir), ellerinde kitaplarıyla, dergi almak için gittiğiniz kitapçıda yanınıza gelerek bir alıntyla lafa başlarlar. İşte bu noktada ya hoşçakal canım diyebilirsiniz ya da ne diyor bu adam diyerek şuursuzca zırvalamanın büyüsüne kendinizi kaptırabilirsiniz. Sohbet ilerledikçe Orhan Pamuk'a atıp tutan, Orhan Veli'den daha şahane olduğunu söyleyen entelijans kitab-ı kurt adamlar kurdukları cümleler kullandıkları kelimelerle aklınızı başınızdan alacaklarını sanıp elleri boş gözlerinde yaşlarla kalabilirler.

Ressamlar : Mutluluğun resmini ben çizdim Abidin. Renklere aşığım özellikle de sarıya! Küçük bir çocukken bütün ressamları Trt2'deki ressam gibi sanırdım, hey hat ne kadar da yanılmışım!
Kafalarında yan taktıkları bereleri, ağızları pipoları ile klişenin önde gideni olarak resmedilen ressamlar ne yazık ki öyle değiller aslında. Biliyoruz da konuşuyoruz! Daha önceki yazılardan bilen bilir resim sanatının genç isimlerinden neler çektiğimi! Her neyse kişisel deneyimlerimden, nefretlerimden bahsederek konuyu dağıtmak istemiyorum. Konumuz ressamlar, evet ressamları Trt2'deki beş dakikada bir fırça darbesi ile ağaç yapan, çalı yapan ressam amca gibi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira o dönemler kapanalı çok oldu. Resim ya da grafik bölümünden mezun olduktan sonra "en iyisi resim yapmak" diye kendilerini tuvale veren adamlar, içlerindeki kaosu tuvale yansıtırken "ahanda boya döküldü, boşver kalsın sanat sansınlar" mantıklı, her daim kafası karışık, sanat dünyasının göz bebeği, anlaşılamayan karmaşık yeteneklerdir, ya da kendilerini dev aynasında sanan cücelerdir. Beğendikleri bağyana "sizi resmetmek isterim" diye klişe laflarla yaklaşırken, biraz yakınlaşınca "ben kafası karışık bir adamım, sanatımı bile anlamıyorlar" diyerek kendini acındırıp, uzaklaştırmak isterler. Sanat sepet dünyasının renk delilerine en iyisi bir kutu pastel boya ve boyama kitabı alıp yanlarından uzaklaşmaktır.


Oyuncular : Meslekleri gibi oyuncudur bu adamlar. En kıytırığı bile öyle güzel oynar ki binlerce dansöz var ama sen bir numarasın, değil portakalı oskarı bile alırsın dersiniz. Bu oyuncu arkadaşlar dizi, sinema ve tiyatro oyunları olmak üzere kendi aralarında da ayrılır. Dizi ve sinema oyuncuları kısa filmlerle başlar sonra kıytırık bir iki dizi de gözükür, bir yan rol ya da yandan yemiş bir başrol kaptı mı kimseyi tanımaz. Şimdi diyeceksiniz ki tiyatro oyuncuları nasıl onların farkı var mı, aslına bakarsanız oyuncu oyuncudur, kendi aralarında isterlerse sekize ayrılsınlar oyuncu oyuncudur arkadaş. Timsah gözyaşı döker, yalandan methiyeler düzer. Yeniden başlasın aşk ateşim yanmasın bizim gibi sevenlere yazık derler ama iki gün sonra yeni yeni sevdalar çiçeğiyim ben diye gezerler. Ay dizilerde oynuyor, bu sene Afife Jale'yi seneye de oskarı alır demeyin kendinizle oynatmayın.

Müzisyenler : "Akdenizzzz akşamları"
Yazlık akşamlarının göz bebekleri, gitarlı cover manyakları. Benim sesim güzel bunlar da kendi bestem diyerek kendilerini birer Mozart, Beethoven, Münir Nureddin sanan bu adamlar hisli içli hoş sesleriyle şarkılar söylerek Sirenler gibi sizi yanıltabilirler. Bu hoş sesli boş gitarlı adamların romantik gözükmelerine, size şarkı yazmalarına aldanmayın. Unutmayın ki bunların peşinde dolanan konser konser gelen grupileri ve sahneye çıktığında ağlayan, donunu sütyenini atan, orasını burasını imzalatan hayranları var. "Bebeğim sana şarkılar yazdım" dese bile inanın ki aşırmıştır o şarkıyı bir yerden.

Bitirirken; pek sevgili blog takipçilerim canlarım bu kadar yazdığıma abarttığıma genellediğime bakmayın. Ben geneller kategorize eder ve abartırım. Huyum kurusun.

Bu yukarıda saydığım, verip veriştirdiğim adamların hepsi aynı olmayabilir. Deli paratoneri, arıza mıknatısı olduğumdan sanat sepet dünyasının arızalı tiplerine denk geldim.

17 Aralık 2009 Perşembe

hiçlik

güzel bir hismiş. hiçbir şeyin olmaması, bütün gün boş boş dolanmak, izlemek istediğin filmleri dizileri izlemek, kitapları okumak, sonra tekrar tekrar dönüp okumak, bir şarkıyı bin kez dinlemek.
güzel bir şeymiş.

değişen hiçbir şey yok, kötü değilim. aksine iyi hissediyorum. birkaç aya kalmadan her şeyin değişeceğini biliyorum ve endişe etmiyorum.

hiçlik güzelmiş.

14 Aralık 2009 Pazartesi

mim

Mimlendim. Bu mim nedir, ne değildir, ne işe yarar pek bilmem ama çilek turşu'm beni mimlemiş :)
İyi de yapmış. Benim için önemli 5 yer neresidir demiş, ben de hemen cevaplayayım :

1. İstanbul- hayatım

2. Kadıköy- çocukluğum, ilk gençlik yıllarım

3. Koşuyolu- evim, evim güzel evim

4. New York- şu aralar hayalim :)

5. Moda- ilham kaynağım :)

Ben de bu mimi binbirinci gece ve siyam'a gönderiyorum :)

Hadi bakalım mimlendiniz :)

11 Aralık 2009 Cuma

bana bunlarla gelin

yeni yıl hediyeleri listesi ahanda aşağıda:

-u2 konser bileti

-dallas clayton'dan an awesome book

- miranda july'den imzalı kitap

- murat menteş'ten imzalı korkma ben varım

-askerdeolanlar ve since always

-gayri meşrutiyet sergisinden herhangi birşey

- jamie hayon'dan herhangi birşey (bardak bile olur o derece yani)

aklıma gelenler bunlar daha gelirse çekinmeden eklerim :))

şimdi gibi

Geçen sene bugünü hatırlıyorum. Bir yıl geçmiş üzerinden ve benim fil hafızam unutmamış, unutamamış. Kötü mü bilmiyorum ama bazen bir lanet olduğunu düşünüyorum bu hafızanın.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Az kaldı sanki he?

Zaman ne acaip şey. Geçme lan dersin geçer, geçsin gitsin anasını satim dersin geçmez. Katil eder adamı, illet olursun. Ağustos'tan bu yana ne zaman geçmiş, ne olmuş, nasıl yani, aa o geçen gün değil miydi, ne bir ay mı oldu derken bir de baktım ki geldik aralık ayına. Kasım ayı bitti ya, en çok ona seviniyorum. Kasım ayının konu salağı benim çünkü. Saatli maarif takviminde kasım ayına benim resmimi koysunlar hatta öyle bir isteğim var yetkililerden.

Neyse ne diyordum. Heh zaman, zamanın hızlı hızlı geçmesi, günlerin birbirine karışması.

Çok hızlı geçti çok, bazen de hiç geçmedi.

Bugün Aralık'ın 5'i. Bak 5 gün geçmiş bile. Kaldı 26 gün.

26 gün bu sene gidiyor. Bir daha 2009'un Aralık 5'i olmayacak. Tıpkı Mayıs'ı olmayacağı gibi, ya da Ağustos'u.

26 gün sonra, yepyeni umutlarla kapıda belirecek yeni eleman. Belki zaman zaman özleyeceğiz eski yılı, belki de oh be iyi ki gitti diyeceğiz.

Ne diyeceğiz bilmiyorum- yani siz ne dersiniz bilmiyorum- ama olsun :)

2009 güzeldi.

26 gün kaldı.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Vahşi hayatın karşı konulamaz cazibesi

Dün uzun zamandır izlemek isteyip de izleyemedim bir filmi izledim ben. Into the wild'i. Aldığım günden beri "dur daha vakti var, yok bugün olmaz filmin modunda değilim" diye diye ertelediğim filmi dün nihayet oturdum ve izledim blogum. 2007 yapımı daha yeni izlemiş olmam da ayrı bir yuh konusu evet farkındayım ama napalım bir zamanlar çalışan biriydik, şimdi aylağım, her neyse hem konu bu değil.

Hayatım boyunca bırakıp gidenlere hayran oldum ben. Evini, işini, sahip olduklarını bırakıp uzaklara, yeni yerlere, yeni hikayelere kucak açanlara imrenerek, kıskanarak baktım. Çünkü ben biraz korkağım, arkamda bırakıp gittikten sonra o bıraktıklarımın peşimden gelmesinden korkan biriyim. Biraz da kişisel alanı geniş biriyim, yeniliklere çok fazla açık olsam da bazen laf da olan biriyim. Sanırım biraz da takıntılıyım. Neyse konu ben değilim, konu bırakıp gidenler ve filmimiz.

Jon Krakauer'ın aynı adlı eserinden beyazperdeye aktarılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Sean Penn. Filmin konusunu özetlemek gerekirse kariyerin 21. yüzyılın en büyük yalanı olduğunu düşünen Christopher Mccandless'ın üniversiteden mezun olur olmaz her şeyi bırakarak kendini vahşi hayatın kollarına atmasını, bu hayatın içinde kendini ve hayatı yeniden keşfetmesini ama sonuç olarak mutluluğun tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini anlatıyor.

Üniversiteden mezun olur olmaz banka hesabındaki parayı hayır kurumlarına bağışlayan, sahip olduğu her şeyi arkasında bırakıp giden Christopher Mccandless bir süre sonra adını da değiştiriyor Alex Supertramp olarak. İnsanın kendiyle baş başa kaldığında kendini ve çevresini yeniden keşfetttiğini, hayata farklı pencerelerden baktığını anlatan film sinematografik olarak incelendiğinde başarılı fakat gel gelelim Christopher'ın yaptıkları benim birazcık sinirimi bozdu.

Ömrü hayatı boyunca öğrencilik yapmış, maddi durumdan hali vakti yerinde olarak tabir ettiğimiz birinin kalkıp "Alaska da Alaska" diye tutturması açıkcası beni biraz uyuz etti. Şimdi ölenin arkasından konuşulmaz ayıptır ama filmi izledikten sonra Chris'e iki çift laf etmek istedim açıkcası, hayatı boyunca öğrencilik yapmış, gak dediğinde parası yatırılmış, hiç 9-7 saatleri arasında çalışmamış, ay sonunu düşünmemiş, bu ayı da nasıl çıkarttık dememiş, trafikte saatlerini harcamamış, patron dırdırı, işsizlik korkusu çekmemiş birinin kalkıp kendini yaban hayatına atması bana pek mantıklı gelmiyor açıkcası. Neden sıkıldın ki bu kadar kalkıp dağa taşa veriyorsun kendini demek istiyorum. Tek derdin annenle baban mı sevgili Alex.
Bırak kuzum okulu, git güneye sahilde bir bar aç, bir çiftlik yap kendine, takıl işte, ne diye tutturdun Alaska Alaska diye, ya da ne bileyim illa ormanda yaşayacağım diyorsan yap kendine bir ev küçüğünden besle kuzularını, koyunları, ek biç işte.

Bizim şartlarımızda yaşıyor olsaydı eminim ki dakikasında kendini vurmuştu.

Her ne kadar eleştirsem de film güzel, mutlaka izlenmeli.

He bir de Jack London hakikaten kral adamdır.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kasım ayı konu salağı

Kasım ayından nefret ediyorum, valla bak güzel blogum dalga filan geçmiyorum, ciddi ciddi hiç sevmiyorum şu Kasım ayını ya. Geçtiğimiz yıllardaki kasım ayını hatırlamaya çalıştım da hep hüsran, hep sinir, bunalım.

Sinir küpü dolu günler geçiriyorum, biri ters bir şey söylese hatta bırak tersi düz bile söylese ağzına saboyla vurup dişlerini avcuna dökesim, saçlarını yolup bıyık yapasım var. Çok vahşi biri oldum, kendimden korkar oldum.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Lombak

Karşıma çıkan insanlar hep aynı şeyi söylüyorlar bana. "Bize inan, bize inan". Onlar karşıma geçip "bize inan" dedikçe, oy toplamak için palavra sıkan politikacılar geliyor gözümün önüne. Boş vaadler, yalanlar, verilen sözler, verilen ama hiçbir zaman tutulmayan sözler.

Hani çok klişe bir söylem vardır, "alem göt olmuş abi, kime inanayım ki ben şimdi". İşte bunu ilk söyleyen kimse onu gidip bulmak ve de alnında öpmek istiyorum, çünkü ister kızın, ister ayıplayın, ister saçmaladın edie deyin ama ben söyleyeceğim yine de içimdekileri, evet blogum alem göt olmuş. Gerçekten göt. Böyle lombak şeklinde dolaşan kafalar, satılmış ruhlar, boyanmış bedenler, herkes Cadılar Bayramı kostümlerini üzerine yapıştırmış.

Kime elimi uzatsam boş, kime inansam yalan. Üzülmüyorum, yanımda biri ölecek gibi olsa "hayat" diyip geçecek kadar duyarsızlaştım. Duyarsızlaştırıldım. Ben böceği, çiçeği, kuşu, kelebeği, kediyi seveyim dedikçe insanlar bulaştı bana, beni sev, bana inan diye küçük köpek yavrusu gibi baktılar bana. Tuttum ellerinden, inandım onlara, bu sefer ben yalancı çıkarım ve bir milyon insanın yüzüme tükürmesiyle "yarappi şükür" derim belki dedim.

Nafile!

Borges'le Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğinde hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağını düşünen Musa gibi o kadar yanılmışım ki.

Heyhat!

Hayallerle yaşıyor bazı gerzekler be blog!

Alem göt olmuş ben ne desem boş!

30 Ekim 2009 Cuma

bişnev!

dinle ney'den duy neler söyler sana;
sızlanır hep ayrılıklardan yana:
"kestiler sazlık içinden," der, "beni;
dinler, ağlar hem kadın hem er beni.
göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
sen o gün benden işit özlem nedir.
her kim aslından uzak düşsün, arar;
yurda dönmek ister, uygun gün arar.
dosta kâh yoldaş olup, kâh düşmana,
inleyip sesler duyurdum her yana.
dost olur sanmakta her insan bana,
sırlarım gel gör bilinmezdir ona.
sırlarım olmaz iniltimden uzak,
her göz etmez fark işitmez her kulak.
saklı olmaz birbirinden can ve ten,
cânı görmekçin izin yok bil ki sen!
bir ateştir, yel değildir ney sesi;
kim ateşsizdir, yok olsun böylesi.
sevgiden ağlar eğer ağlarsa ney
sevgiden çağlar eğer çağlarsa mey
ney o şeydir: perde yırtıp perdesi,
dost edinmiş dosta hasret herkesi.
hem devadır ney denen şey hem zehir
bir bulunmaz arkadaştır hemfikir.
anlatır ney: aşkı mecnun'un nedir,
kanlı bir yoldan haber vermektedir.
müşterî ancak kulak: söz satsa dil,
ancak aşık aklı anlar böyle bil!
derdimizden gün zamansız dolmada,
her yanış bir günle yoldaş olmada.
"geçti gün!" der etmeyiz keder;
var ol, ey sen tertemiz insan yeter!
kandı her varlık: balık kanmaz suya.
ekmek, aş eksikse: gün dolsun mu ya!
anlamaz olgun adamdan, ham adam;
söz hem az hem öz gerektir vesselâm.


Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu / Mesnevi'den Seçmeler

22 Ekim 2009 Perşembe

Özdemir Asaf'tan

"geleceğim, bekle dedi ve gitti
ben beklemedim,
o da gelmedi.
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi"

16 Ekim 2009 Cuma

500 days of Summer

Geçen pazar sinemaya gittim. Nezle olmaktan ve de evde olmaktan son derece sıkılmıştım en iyisi kalkıp sinemaya gitmek dedim ve gittim. 500 days of Summer ya da Türkçe ismiyle Aşkın 500 Günü'ne. Öncelikle söylemem gerekir ki "aman aşk filmi, bir romantik komedi daha işte" demeyin, zira öyle değil. Zaten filmin tagline'ı da öyle "This is not a love story" diyor daha ne desin. Filme girerken ben biliyordum ama sanırım el ele, diz dize, yanak yanağa gelen çiftler pek bilmiyordu zaten çıkışta hepsi bozum olmuştu, arkamdan çıkan kız "ayy kız ne kadar uyuzzz, çocuuaa yazık, kancık kız" gibi kelimeler sarfetti filmin esas kızına. Halbuki esas bilmediği şey herkesin hayatında bir kez Tom bir kez Summer olduğuydu bence.

Oğlan kızla tanışır, aşık olur ama kız olmaz çünkü kız aşka inanmaz. Bir sonraki gün hayatında ne olacağını bilmediğini, genç olduğunu ve eğlenmek istediğini söyler. Filmin esas oğlanı Tom aşka inanıyordur, hayatını "tek" kişiyi arayarak geçiriyor ve onsuz olmadan mutlu olmayacağını düşünüyordur. İşte o sırada da Summer'la tanışır ve aşık olur. Onunla olmak için ilişkilerine isim koymadan da olsa birlikte olur, mutludur ya da mutlu olduğunu düşünüyordur.

Yaşadığım şeylerden mi yoksa filmin senaryosunun iyi yazılmasından mı yoksa yönetmenin en sevdiğim klip yönetmenlerinden biri olmasından dolayı mı bilmiyorum ama film oldukça gerçekçi ve güzel. Aşka inanan ve aşk olmadan yani hayatında özel biri olmadan mutsuz olacağını düşünen bana göre biraz sevgi pıtırcığı Tom'la aşksız da hayat güzel önemli olan hayattan zevk almak yani ilişkimiz olsa da olur hem etiket de neyin nesi diyen biraz özgür ruhlu, koca mavi gözlü Summer'ın hikayesi bana biraz da kendimi hatırlattı. Film boyunca Summer'ın verdiği tepkileri gördükçe çoğu zaman aynaya bakıyormuşum gibi hissettim. Sanki biri beynimin içine girmiş de hissettiklerimi aklımdakileri yansıtmış gibiydi.

Hayatımız boyunca herkes bir kez Tom bir kez Summer olmuştur. Kör kötük aşık, onun yanında salaklaşan, ağzının içine bakan, gözlerine baktıkça eriyen olmuştur ve herkes hayatında bir kez Summer olmuştur. Beraber olduğu kişiden sadece hoşlanan, aşık olmayan, beraberiz ve mutluyuz ya diyen.

Filmin sonunda tesadüfler olmadığını öğrendi Tom hayatta. Bazen bazı şeyleri olması gerektiğini ve olduğunu. Merak ediyorum da acaba Summer'a yani esas kıza "ay ne gıcık şey" diyen sevgilisiyle gelen o kız acaba gerçekten inanıyor mu aşka. Bir sabah uyandığında kendisine "çok aşık" olduğunu söyleyen sevgilisinin bırakıp gitmeyeceğini nereden biliyor ya da?

Çok olumsuzsun edie diyorsunuz belki bana ama değilim, bu sadece hayat ve neyin ne zaman olacağı belli değil.

11 Ekim 2009 Pazar

Yaz durum değerlendirmesi

Bayılıyorum böyle durum değerlendirmeleri yapmaya, aylık yıllık rapor çıkarmaya, hatta bazen düşünüyorum ulan gidip bu işimi yapsam acaba diye ama sonra vazgeçiyorum şimdi benim yaptığım raporu beğenmezler, bu ne be filan derler ben de sinirlenirim de iş yerini yıkarım filan diye ondan yani.

Neyse çene açıldı maşallah susmuyor makineli tak tak durmadan konuşuyorum bu aralar ki aslında bu iyi bir şey sanırım İclal cunyırlıktan yavaş yavaş kurtuluyorum. Şimdi lafı fazla uzatmadan yaz mevsiminin durum değerlendirmesine geçmek istiyorum, ziyadesiyle fazla konuştum çünkü bari rapora geçeyim.

Efenim raporumuza Nisan ayı ile yani bahar mevsiminin popo donduran ahmak ıslatan ayı ile başlamak istiyorum.

Nisan: Bahar mevsiminin bence en sevimsiz ayı kendisi, 23 Nisan var kızım oh tatil diyorsunuz ama tatil matil yoktu anacım bizde. Mal gibi geçmişti ay valla, tertibin buhranları kaprisleri filan, ay şimdi aklıma geldikçe gidip kafasına gözüne patlatasım geliyor.

Mayıs: Gelince bahar ayları gevşer gönül yayları. Hıdrıllezdir, işten ayrılacağım tutmayındır, tertibi bırakacağım dayanamıyorumdur böyle geçti bu ay da. Tertiple yolları ayırdık, söz de ama.

Haziran: Ben doğdum, Maykıl öldü. Nasıl üzüldüm anlatamam valla. Ah ulan Maykıl dünya sana bile kalmadı ne üzüleyim ben daha bu salak hayata, rahvan gitsin anam! Evet bu ay mottom böyleydi, biraz buhranlı, tertiksi hayvan olmak istiyorumdu, yok tembel hayvan olayımdı öyle geçti filan.

Temmuz: B'nin verdiği Çekim Yasası hani şu hadiii lenn dediğim kitabı okudum, ben diyeyim bin kaplan siz diyin on bin kaplan gücüne geldim. Böyle hayat varmış yahu dedim, yavaş yavaş kafamdaki sorulara cevaplar buldum.

Ağustos: İşi bıraktım, vallahi de bıraktım, ayh dedim bi daha mı yaşayacağım be, napim parasız kalırım ama kral olurum dedim işi bıraktım. Kısa bi tatile gittim, kuzeni evlendirdim.

Eylül: Yeni biriyle tanıştım, şimdi waouuw pislikkkk bize niye söylemedin diyorsunuz valla pek önemsemedim açıkçası ondan yani yoksa ne söylemicem be aşkolsun ya!
Kendisi üzerime pek fazla düştüğü için allam dedim olmaz ben yapamam bununla ve de bırak boş kalsın elim yol yakınken dönelim arkadaşım ol yeter böylesi daha güzel dedim kendisine. Valla dedim, inanmazsanız inanmayın aynen bu cümleyi kurdum kendisine. Gerçi o ilk önce şarkı söylüyorum sandı ama sonra ciddiyetimi anladı. En yakın arkadaşım evlendi, düğünde şampanya içmeme kararı aldım, bu meret bana dokunuyor içimdeki maymunlarla şebekler çıkıyor ortaya. Giyinmişim iki dirhem bir çekirdek başladım oryantele ulan olacak iş mi, yakışıklı delikanlılar var etrafta ben çengi gibiyim, çok utandım be blog öyle böyle değil.

Ekim: Ay güzel başladı. Yeni öyküler yazmaya başladım. Bakalım devamı nası olacak. Gelişmelerden haberdar edeceğim sizi merak etmeyin.


Hee bu arada kız edie tertip noldu hiç haber var mı diyeceksiniz, var var olmaz olur mu hiç!
Tertiple bir kankayız ki sormayın gitsin, naber diye aradı geçen gün dumurlara uğradım, haa sen ne hissediyorsun eğer diye sorarsanız eğer his mis yok anacım, tertip hakkaten tertip oldu yani! Enseye şaplak durumu yani.

İşte böyle canlarım gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. İclal çıktı mı ne?

Yurttan sesler korosu

Şimdi muhtemelen başlığı okuduktan sonra "yok artık bi bu kalmıştı edie, koroyo da girdin tamamdır" diyebilirsiniz ama yok yanlış anlamayın, başlığa bakıp aldanmayın, koroya filan girmedim, bu sesle istemesem de giremem zaten, belki çocuk korosu olur ama o da boydan kaybederim. Aman neyse, heh ne diyordum ben yurttan sesler korosu, evet sevgili güzel blogum geçenlerde dolabımı düzelttim, her ne kadar düzensiz bir insan olsam da ben de arada- 2 senede bir, şaka lan şaka- dolabımı düzeltiyorum. Geçenlerde üniversitedeki defterlerimi kitaplarımı notlarımı filan buldum, inatla saklamışım ne biçim bir manyaklık bir sınav korkusuysa bendeki, sanki hocalar kapımı çalıp "söle bakalım edie" diyecekler de saklamışım işte. Neyse yahu lafı amma da dolandırıyorum- bu aralar hep böyleyim canım, ben de anlamadım gitti- işte o defterlerin arasında bir yazıya denk geldim. Başlığı "Yurttan sesler korosu", yazı içimdeki arkadaşları anlatıyor- şimdi burada yanlış anlaşılma olabilir gene, hayır hamile değilim ve hayır psikozlu da değilim- bu yurttan sesler korosunu okudukça Parmak Kadınları geldi aklıma Elif Şafak'ın. Meğersem ben yıllar önce yazmışım içimdeki arkadaşları da haberim yokmuş.

Velhasıl kelam şimdi nerden geldin buraya be kızım, iyice zıvanadan çıktın sen diyeceksiniz, diyin valla, iyice çıktım, bir saçmalamak ki pir saçmalamak o derece yani. Şimdi geçenlerde bloga yazdığım yazıları okudum da içimdeki yurttan sesler korosuna Ayşe Egesoy'la İclal Aydın karışımı bir yaratık kaçmış, çok korkuyorum be blog. Ya Cezmi Ersöz benzeri bişey kaçarsa diye.

Yeminlen yazdığım son yazılar İclal Aydın havasında, hele bir de Ayşe Egesoy'un o buğulu sesiyle okursanız evlere şenlik oluyor.

Derhal titreyip İclal cunyırlıktan kurtulmalıyım, hiç hoşuma gitmedi!

İclal çık dışarı, Ayşe otur sıfır!

6 Ekim 2009 Salı

The biggest day of your life

You never know the biggest day of your life is the biggest day. Not until it's happening. You don't recognize the biggest day of your life, not until you're right in the middle of it. The day you commit to something or someone. The day you get your heart broken. The day you meet your soul mate. The day you realize there's not enough time, because you wanna live forever. Those are the biggest days. The perfect days. You know?








Grey's Anatomy

5 Ekim 2009 Pazartesi

Unutmak adına

İnsan beyni türlü odacıklardan oluşan bir saray gibi. Gizli odalar, bölmeler, geçitler, zindanlar, kapılarla dolu beynimiz. En güzel örneği de bir koku, bir ses tonu, bir renk, bir şarkının bizi alıp götürmesi. Bir de unutmak. Asla unutamam, hayatta unutmam dediğimiz şeyler gün geliyor öyle bir unutulmuş oluyor ki, siz bile yabancılaşıyorsunuz kendinize.

Eski bir mektup, bir küpe, bir uçak bileti bir de tren bileti geçmişe götürdü bu gece beni. Hafızamın derinlerinde gizli bir odaya hapsettiğim yerden çıkıp el salladılar bana birer birer. Selam verdiler, konuştular benimle. Onlar konuştu ben dinledim, hüzün yaşanmadı gülümsedim sadece. Geçen zamana, unutamam, nasıl unutacağım dedim şeylerin unutulmasına.

Bir kapıdan çıkınca arkamda bırakmışım aslında her şeyi. Ya bunlar beynimi yerse diye korktuğum şeyler hayalet olmuş geçen günlerle beraber. Korkutmuyorlar artık beni. Biliyorum ki ölülerden zarar gelmez yaşayanlardan geldiği gibi.

Unutmuşum birer birer olanı biteni, üzeni kıranı.
bir zamanlar çocuk olduğun için
ve bir gün ceset olacağın için
seni seviyorum.

heloise

30 Eylül 2009 Çarşamba

Can Yücel'den

Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin...
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...

Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla ,köpek görürsen okşa ,
çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
yüzünde güller açtıracak.

Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..

Arkadaşım
hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!

Can Yücel

26 Eylül 2009 Cumartesi

garip istek vol.2

Jason Mraz bana şarkılar yazan, saçma sapan mesajlar gönderen hayranım olsun.

Bill Gentle bana çılgınca aşık olsun, ben yüz vermeyeyim.

Marc Jacobs kankam olsun, beraber alışveriş yapalım.

Robbie Williams içip içip beni arayan eski sevgilim olsun.

James Morrison yan komşum olsun.

Mika sevgilim olsun.

Erdem Moralıoğlu'nun ilham kaynağı olayım, her röportajında edie için hazırladım bunları desin.

13 Eylül 2009 Pazar

Tüm sevenlere James Abi'den Wonderful World


Bir adam var James Morrison adında, bir ses var adamda allah sizi inandırsın ölüyü diriltir. Aşığım kendisine Zach'a olan aşkım gibi değil ama bu. Bu başka.

"And I know that it's a wonderful world
But I can't feel it right now
Well I thought that I was doing well
But I just want to cry now
Well I know that it's a wonderful world
From the sky down to the sea
But I can only see it when you're here, here with me"

Bu sözleri yazan bir adama nasıl aşık olmam ki? Gitsem evine aha ben geldim balım desem, live with me, don't cry, sileyim ben senin gözyaşlarını desem? He desem.

"And I wish that I could make it better
I'd give anything for you to call me, or maybe just a little letter"

Ah be adam gece gece yaptın yapacağını...

11 Eylül 2009 Cuma

Kişiliksiz Öykü

Her yakınına gittiği rengi alan şeffaf bir örtüye benzerdi kişiliği. Sonunda bir perdeye tül bile olamadı.

Kevork Kirkoryan / Kev'gir Öyküler

9 Eylül 2009 Çarşamba

garip istek vol.1

insan, hayvan, eşya, bitki, bilumum ıvır zıvırın beni rahatsız edemeyeceği bir yere gitmek istiyorum.

kısa ve öz

zaman dediğin ne tuhaf şeymiş, ne de hızlı geçermiş bazen, yetişmeye çalışır da yetişemezmişsin, hafıza denilen zamandan da tuhafmış, unuturmuş insan asla unutamam dediği şeyleri, hatırlamak isteyip geri dönmeye çalıştıkça kaybolurmuş hatıralar arasında, hayret edermiş yaşadıklarına sanki o değilmiş gibi. insan ne çok karışabilirmiş bazen, anlamaya çalışıp anlayamaz anlamlandırmaya çabaladıkça karışırmış.

yazmayalı gene olmuş, neler olmuş neler bitmiş peki bu zaman içinde. çok şey, pek çok şey. sevinmişim, kızmışım, gülmüşüm, hatta ağlamışım. ama yine de doya doya yaşamışım hayatı bu süre içinde.

her şeyin bir nedeni varmış ve de bazı soruların cevapları ben hazır olmadıkça gelmezmiş tekrar tekrar öğrenmişim bunları. denizin suyu bazen çok soğuk olabilirmiş, güneş gölgede de yakabilirmiş, insan insana benzeyebilirmiş, bazı şeyler eskisi gibi can yakmayabilirmiş. hikayeler aynı ama anlatanlar farklı olabilirmiş. her göz farklı görüp, her kulak farklı duyabilirmiş.

büyü bozulurmuş bazen, bazen korkarmış insan bir daha ya olmazsa diye, ama dönüp bakmasını öğrenmek gerekirmiş her şeyden önce.

ağustosun 25'inde yazmışım en son bloguma. neler oldu peki, ne değişti, zaman hep aynı dediğim zamanlarda bile değişirmiş aslında bazı şeyler bunu öğrendim ben.

işten ayrılalı bir ay olmuş, oturamamışım popomun üzerine. oraya gitmişim, buraya gitmişim. kuş misali uçmuşum. bir durduğum yerde bir saatten fazla duramamışım. uçmak istemişim yükseğe, en yükseğe.

bir gün hiç bilmediğim birinin mesajına uyanmışım, aynadaki yansımanın. mutlu olmuşum bilmediklerim görmediklerim tanımadıklarım "beni" okudukça kendinden bir parça bulmalarına. istiklal caddesinde adımın geçtiği kitabı kalbimin üzerinde tutarken yağmaya başlayan yağmura gülümsemişim, bir de üstüne üstlük en sevdiğim oyuncuyu görmüşüm :)

karanlıktan çıkmaya başlamışım yavaş yavaş, karışsa da aklım, duygularım, eskisi gibi olmaya izin yok. ne de olsa bir kez geldim bu dünyaya.

yapmamı bekleyen çooook şey var daha.

hayat kısa.

kısa ve öz.

ama güzel.

25 Ağustos 2009 Salı

touche

it's a great way to make someone think they said something clever even if you don't mean it. if someone says to you, "why don't you go fuck yourself," you simply respond, "touche," and you're out of there.

"larry david"

18 Ağustos 2009 Salı

Sekizinci ayın onsekizinci günü

Bugün düşündüm de zaman ne tuhaf şey. Bekle bekle geçmez bir türlü, akşam yatarsın, sabah uyanırsın, işe gidersin, karnını doyurursun, ekrana bakarsan mal mal, hava kararır, zaman geçsin dersin. Beklenen gelsin, olacak olan olsun. Olmaz, zaman bir türlü geçmek bilmez. Ama sonra birden büyü bozulur, zaman öyle çabuk geçer ki, dur dersin, geçme dersin, dinlemez. Kulaklarını tıkar, dilini çıkartır sana, nanik yapar.

Ne yaparsan yap, durduramazsın bazen.

Sekizinci ayın onsekizinci günü bugün. Ne çabuk geçmiş zaman ve de ne kadar yavaş geçmiş. Ne tuhaf bir çelişki, geçsin demişim geçmemiş, geçmek bilmemiş. Geçmesin demişim, atlılar kovalamış peşinden.

Ne çok şey olmuş sekiz ayda. Gülmüşüm, ağlamışım, üzülmüşüm, sevinmişim, mutlu olmuşum, inancımı yitirmişim. Çok şey olmuş, çok da güzel olmuş.

Zaman dakikada 60 saniye, haftada 7 gün, yılda 52 hafta hızında ilerleyen belediye otobüsü demişti çok sevdiğim biri zamanında.

Bazen trafiğin tıkandığı, çok bilinmeyenli bir denklemin olduğu bir belediye otobüsü.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

yeni hayat


ne olduysa salı günü oldu. şalteri indirdim, kendimi dinledim, ne yapmam gerektiğini, ne olacağını. korkmadım, yapmam gerek dedim ve karar verdim. akşam patronla olan konuşma kararımı kesinleştirdi ve çarşamba sabahı ofise geldiğimde ilk iş eşyalarımı topladım, ardından da yazılarımı aldım. bir izin istemiştim oysa ki sadece yarım saatliğine vermedi ben de toptan bıraktım işi. evet güzel blog okuyucalarım bıraktım, daha fazla kendimi yemenin bana zarar vereceğini biliyordum, sadece bir adım atmam gerekiyordu ve çarşamba o adımı attım. yeni bir işe başlamıyorum, evet iş olmadan ayrıldım, ne kadar sürede iş bulurum bilmiyorum ama yapmam gereken birçok şey var onları biliyorum. yazmam gereken yeni öyküler var mesela. bir de güzel bir haber, prodüksiyon şirketi benden umudu kesmemiş yani hala yazmam gereken bir senaryo var.

bu ay sonuna kadar dururum diyordum ama baktım ki yok. olmuyor, hem deniz ve güneş yağı kokusu sabah uyanınca başlıyor burnuma gelmeye, tamamdır dedim. çarşamba günü o kiremit rengi binadan çıkınca güneş vardı havada ve de insanlar daha bir mutluydu sanki. belki ben çok mutluyum ondan her şeyi güzel görüyorum ama yeni bir hayat var önümde beni bekleyen. boşlukları doldurmaya başladım bile :))

Fotoğraf: zfhammer.blogspot.com

4 Ağustos 2009 Salı

gün güneşli, insanlar neşeli!

gene bayadır yazmamışım pek sevgili bloguma. ha soracak olursanız naaptın, ne ettin, tatile mi gittin diye yok hiçbir şey yapmadım. valla yapmadım. ne tatile gittim, ne de işi bıraktım. gerçi bu ay son ama :) evet pek sevgili blogum bu ay son. 8 ayın sonuna gelmiş bulunmaktayız. haa diyeceksiniz yeni iş var mı, görüştüm bi yerle ama bakalım, olursa olur güzel de olur ama olmazsa da olmaz! daha fazla sıkamıyacağım kendimi. zira güneş yağı ve deniz kokusu almaktayım 2 haftadır ki bu bende değişiklik sinyalidir. blogu belki okudunuz. 2 sene önce 2007'de de aynı durum baş göstermişti. sevmediğim salak bir işte çalışırken her sabah güneş yağı ve deniz kokusu duyardım. içlene içlene giderdim işe. bu aralar da aynı şey oluyor. mütamadiyen bir güneş yağı ve deniz kokusu- yolda yürürken bile yahu- geliyor burnuma. anlaşılan o ki bünye denizi istiyor, güneş istiyor, kum istiyor. bana hafiften hafiften yol göründü yani. değişiklik zamanı.

dün akşam odamda otururken, bir haftadır aynı sayfayı okumaya çalıştığımı farkettim. okuyamıyorum, uyuyakalıyorum ve de işin daha kötüsü bütün bir kış boyunca "gelsin, yaz gelsin" diye söylenip durduğum yaz bitiyor. ağustos geldi bile ve ben daha henüz dışarı çıkıp şöyle tünel'e doğru yürüyemedim. terasta oturup kitabımı okuyamadım. bu mu lan hayat diye bağırasım var feci. ama sinirli değilim, yok valla değilim. şimdi dönüp bakıyorum da geçen zamana, geçen 8 aya, değişen nedir bende diye, çok şey değişti. çok şey öğrendim. belki çalıştığım iş yeri kariyerime pek bir etki etmedi ama kişiliğime çok şey kazandırdı bundan eminim. sabretmeyi öğrendim ve de sakin olmayı ki bence en önemlisi bu, sakin olmak yani. ömrü hayatım boyunca panik ataklarda, nevrozlarda seyreden bünyem bir sakin bir sakin ki sormayın gitsin. böyle bir sakin bir mutluluk ki amanın amanın.

hani dediydim ya denize donla giren çocuk neşesi var o neşe aynen devam ediyor. haziranın sonunda ne olduysa artık, uyurken çip mi taktılar nedir bilmiyorum ama aman yarabbi!

haa bu arada ağustosun 3. haftası bozcaada öyküleri çıkıyor, 34 yazarlı bir yol kitabı. neden dedim şimdi size bu kitabı, içinde benim de öyküm var. gidiş-dönüş öykünün adı. hatta gördüm hemen 2. öykü benim öyküm. haa bir de temmuz ayı sert sessiz dergisinde bir öyküm daha yayınlandı.

hayat güzel be blog :))

17 Temmuz 2009 Cuma

Zach, canım seviyorum seni evet!


Trompet, akerdeon, mandolin, piyano, çello, bozuk bir mikrofon ve dev sesli, dev yürekli küçücük bir adam. İşte Beirut'u anlatan kelimeler bunlar. 2007 senesinde tanıştım onlarla, iş yerindeki arkadaşım mp3 listesinden bir grup çalıp duruyordu. Sabahtan akşama kadar aynı parçaları tekrar tekrar dinliyorduk. Öyle güzeldi ki, müziği tarifi mümkün değil. Dayanamayıp sormuştum "kimdir bu arkadaşlar" diye. Cevap kısa ve özdü "Beirut".

Zach Condon adında müthiş biri tarafından kurulmuş Beirut. Dedesi caz müzisyeni olan Zach Condon liseyi yarıda bırakıp, Doğu Avrupa'ya gitmiş. Burada Balkan ve Çingene müziğinden etkilenmiş. Ülkesine döndükten sonra da ardı ardına Gulag Orkestar, Lon Gisland ve Flying Clup Cup'ı çıkartmış- arka arkaya dediğime bakmayın, 2007 ve 2008'de bunlar-

Yıllar sonra gözleri açılmış bir kör kadar mutlu olduğum şu günlerde Beirut ve Zach beni daha da mutlu ediyor ve Zach'la evlenmek istiyorum!

Çok ciddiyim! Ben bu adama 5 çocuk yaparım!

Seviyorum seni Zach evet canım!

10 Temmuz 2009 Cuma

gözleri açılmış bir kör kadar mutluyum!

evet blog yıllar sonra gözleri açılmış bir kör kadar mutluyum!

hemen ne oldu edie hayırdır diye soranlara hayır tertip geri dönmedi, hayır işimi değiştirmedim, hayır tatile çıkmadım, hayır yeni sevgili de yapmadım ve hayır yarışmayı da kazanmadım ama mutluyum hem de- kem gözlere şiş, aman nazar değmesin, dilimi ısırdım popomu kaşıdım.

denize beyaz donla giren bir çocuğun neşesi var içimde bu günlerde.

biliyorum ve de eminim çok güzel şeyler olacak!

kar leoparı, terliksi hayvan, tembel hayvan ve bal porsuğu için soyunurum!

Çok sevdiğim masa arkadaşım zerocum- link vermeyi beceremiyorum, bir dilim sohbet olur kendisi, canım ciğerim- öğlen yemeğinden sonra bir haber okudu bana. İngiltere'de- attım İngiltere olmayabilir, Rusya bile olabilir hatta, aman bir yerde işte- bir manken nesli tükenmekte olan koalalar için soyunmuş. Şimdi bu haberi benim gibi geyik ötesi birine okuyunca ne olur, geyiğin sonu gelmez tabii. Haberi okuduktan sonra düşündüm neler için soyunabilirim diye;

-Tembel hayvanlar

-Terliksi hayvanlar

-Kar leoparı

-Bal porsuğu

Peki neden bu hayvanlar için soyunurum, nedir bu hayvanların güzellikleri hemen anlatalım hemmen:

Tembel hayvanı daha önceden tanıyorsunuz zaten, günün çoğunluğunu uyuyarak geçiren bu hayvana saygım ve sevgim sonsuz.

Terliksi hayvanlar da bölünerek çoğalıyor, o daha ayrı güzel. Beslemesi kolay, çoğalması kolay.

Kar leoparı boğazındaki bir kemikten dolayı kükreyemiyor. Kedi familyasının en şahane, en muazzam hayvanı bence. Karda yaşıyor ve de.

Bal porsuğu ve bal porsuğu dünyanın en racon kesen hayvanı, hayvanlar aleminin en manyağı. Ne Tazmanya canavarı, ne kaplan, ne aslan, ne kobra ne de bilumum zehirli böcek vız gelip tırıs gidiyor bal porsuğuna. Hastayım, tipe aldanmayın dişlerini bi görseniz anlarsınız.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Ne Sihirdir Ne Keramet Secret'ta Marifet!

2007 yılının Nisan ayında büyük kitapçılardan önünden geçerken rastgelmiştim ona. Vitrinde öyle üst üste dizilmiş duruyordu, geçtim gittim umursamadım. Ertesi gün o zamanki iş arkadaşımın elindeydi. Öğlen yemeğinde okumalısın bence oldukça değişik demişti, gülüp geçmiştim. Birkaç gün sonra bindiğim dolmuşta yanına oturduğum kadının elinde de görünce yok artık yahu dedim, neler oleyor yareppi! Yanımda oturan kadın İstanbul trafiğinde yanından geçen araçlara küfrü basan şoföre "ay lütfen sakin olun, pozitif olalım, negatif enerjinizi bize de yansıtıyorsunuz sinirinizle" diyince, eyeh eytere bea diyip dolmuştan inip ilk kitapçıya girdim ve ben de aldım onu. Bahsettiğim kitap Secret yani çekim yasası. Üzerinde kocaman bir mühür var, sanki çok önemli bir sırrı ele geçirmişiz de ilk vakif olan sizmişsiniz havası verilmek istenmiş. Neyse mührü açtım, kalbim pırpır heyecan dorukta, kolay mı insanlığın sırrına vakif olacağım! Kitabı okudukça ne anlatmak istediğini anladım, ananemin her zaman dediği şeyi anlatıyordu "iyi şey de iyi şey olsun evladım" olayını yani.

Pozitif düşünmenin önemini ve inceliklerini anlatan kitap bize her daim olumlu olmamızı, olumsuz düşüncelerin dönüp dolaşıp bizi bulduğunu sonra da popomuzdan vurduğunu bunun olmaması için de düşüncemizi değiştirmemiz gerektiğini, eğer olumlu düşünürsek enerjimizi yükseltebileceğimizi ve çok istediğimiz bir şeyi hatta çok şeyi elde edebileceğimizi söylüyor. Aslına bakarsanız biraz doğru, yani negatifin negatifi getirdiği, pozitif başlamanın her zaman daha iyi sonuçlar verdiği, bir şeyi çok isteyince ama gerçekten çok isteyince olduğu doğru. Mesela ben E. ile birlikte olmak için kendimi yırtıyordum, çoook istiyordum ama gerçekten çok istiyordum, sonra bir işim olmasını istiyordum, ne oldu peki oldu, ikisi de oldu heh sonuçlara bakarsak iş o kadar ahım şahım değil ama iş sonuçta, girdim mi girdim, peki ya e. oldu mu oldu, adam bana sabahın köründe telefon açıp aşkımdan ölüyorum edie demedi mi dedi gerçi sonra yalançının önde gideni olduğunu öğrendik ama duyduk mu ağzından duyduk- bu duyduk mu gördük mü oldu mu olayını da pek sevdim, tv programlarında yaparlar ya böyle hazır mıyızz hazırızz gibi oldu he :P- neyse istediğim şeyler oldu yani, uzun lafın kısası bu. ben kitabı okuduktan sonra pek sallamamıştım ama e. ile tanışmam- çok abuk bi tanışma onu başka zaman anlatırım, bir ara hatırlatın ama- işe girmem, öykümün yayınlanacak olması filan benim isteğimle oldu.

geçen b ile konuşuyoruz- b benim komik bir arkadaşım, fal manyağıdır kendisi, 7/24 fal baktırabilir, o da öyle biri seviyorum napiim- bana demez mi senin bu halet-i ruhiyenin tırtlama nedeni de sensin aslında diye. Hani be ordan dedim, ben mi yarattımm kaderin böylesini ben mi yarattım diye şarkıya girdim hemen, hayır dedi geyiği bırak dostum, sen yarattın çünkü hatırlarsan tertipten ayrılmak isteyen ama bunu yapamayan sendin, bunu çok istiyordun sonuçta o seni bıraktı, sonra tertibin kesin sevgili var kesin var ya diye söylenip duruyordun aha öğrendin işte varmış biri dedi- evet sevgili blog okurlarım tertip öküzünün sanatsal öküzümüzün hayatında biri varmış, allam nası sevdim ben bir öküzü ya, hayvanları koruma derneğine mi yazılsam acaba, daha hayırlı olur- yani edie dedi sen çağırdın bütün bunları. önce hadi canım dedi, yok öle bişey ama sonra durdum sustum düşündüm vallahi de doğru ben öyle söylenip öyle olumsuz öyle emin konuştum ki oldu yani. Ben bunları düşünürken çantasından bir kitap çıkardı, bu sefer başka bir yazarın çekim yasası kitabı. Verdi elime okuyacaksın bunu dedi.

Evet sevgili blogum b'nin elime tutuşturduğu kitabı okumaya başladım, napabilirim elime kullanım kılavuzu verseniz onu bile okuyorum, çok sıkıcı bunaltıcı olmadığı müddetçe de hayatta bitirmeden bırakmam. Bir yandan Salinger okuyorum diğer yandan Çekim Yasası. Sonra da oturup halime gülüyorum. Ama işin salak tarafı bu b.'nin verdiği kitap Secret'tan iyi.

Şimdi okudukça düşünmeye başladım gene, madem bazı şeyleri ben çekiyorum hayatıma, bu sefer çok şahane bir şey istiyorum.


Ahanda aşağıda boynu bükük adamı istiyorum. Evren bana bu adamın aynısı bul! Emir!

26 Haziran 2009 Cuma

hayat tuhaf, vapurlar filan!

Hayat tuhaf, çok tuhaf hem de. Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorum, günler geçmiyor gibi gözükse de, her yeni gün bir öncekinin aynısı gibi gelse de bana, farkettim ki bir şeyler öğreniyorum hala ben. Ben ne kadar mızıldansam da ot gibiyim diye, hayat bir şeyleri bir yerlerden dönüp dolaştırıp gözüme sokup duruyor. Ne kadar nefret etsem de, ne kadar söylensem de hayata karşı, hayat bu aralar hep bir şeyler hatırlatıp duruyor bana. Dün mesela baş dönmesiyle erken çıktım, ofisten eve giderken söylenip duruyordum yine, işi sevmeyişime, yorgunluğuma, uykusuzluğuma, sıcak havaya, tertibi hala unutamayışıma, tertibin salaklığına, yapmam gereken işleri yapmayışıma daha doğrusu yapamayışıma, ot gibi hayatıma kısacası her şeye söylenip sövüp duruyordum (içimden tabi). Otobüs geldi bindim, bir ara trafik yoğunlaştı köprüde, bu saatte ne trafik demeye kalmadı intihar vakası, çıkmış biri korkulukları aşmış duruyor öylece, polisler başında bir şeyler anlatıyordu. Araf geldi o an aklıma, zarpandit'in köprüden atlayışı, arafta kalmış halim, ne ileri ne geri gidememem, sonra o adam kimbilir ne için çıkmıştı oraya, ne derdi vardı, belki sırf dikkat çekmek istiyordu, belki de gerçekten atacaktı kendini.

Atladı mı bilmiyorum çünkü otobüs geçti gitti yoluna devam etti, ben de öyle! Eve gelir gelmez attım kendimi koltuğa, uzattım ayaklarımı, başımın dönmemesi için dinlendim biraz. Birkaç saat sonra anne geldi eve. Yüzü asıktı baya bi, ne oldu dedim başladı anlatmaya. Hani sen dedi, söylenip duruyorsun ya hani her şeye, hani mutsuzsun ya çok fazla hem de, bugün gittiğim yere sen gelmeliydin belki de. Neresi anne hayırdır sen de mi geçtin benim geçtiğim mezarlığın önünden hem ben her gün görüyorum o mezarlığı, gördükçe de titriyorum hafiften geliyorum kendime ama yetersiz işte bu aralar, hem köprüde adamın teki intihar ediyordu bugün dedim.
Yok dedi mezarlık değil hastaneye gittim bugün ben, komşunun kocası kan kanseri büyük ihtimalle dedi. Bahsettiği kişi bizim sokağın eskilerinden biri, dev gibi bir adam, dev dediysem öyle korkutucu değil, cüsse bakımından uzun boylu iri yapılı biri işte daha nasıl anlatabilirim yani, hem lafı bulandırmamayım ya! Ne diyordum heh sevimli dev amca baya hastaymış annem onu ziyarete gitmiş, lösemili hastaların yattığı bir yermiş, orada hastanenin önünde bi bankta otururken senden küçük bi genç gördüm dedi bana, son günüymüş gencin oradaki annemin yanına oturup sohbet etmişler biraz, dert etmemek lazım demiş anneme sohbet sırasında. Annem bunu bana anlatırken bir baktım ağlıyor, dert ettiğin neyse unut dedi bana, unutmaya çalış, kısa hayat!

Yerimden kalkıp sarıldım anneye, ağlama be anne dedim, dert ettiğim şeyler geçecek elbet, bugünler de geçecek!

Sonra sabah ofise geldim, sıcak sıradan bir cuma, ertesi gün çalışacağımı bildiğimden yine memnuniyetsiz bir ifade, biraz da geç kalmışım işe. İş arkadaşlarım Micheal Jackson ölmüş dedi, inanamadım önce, yok yahu dedim, ölmemiştir, her sene bir öldürüyorlar adamı alıştık artık ya hani öyle bir şeydir dedim, değilmiş. Micheal ölmüş gerçekten de!

Teyzem geldi aklıma blog, çok severdi teyzem Micheal Jackson'ı. Hatta anneannem teyzemin doğum gününde Micheal Jackson'ın kasedini almıştı teyzeme. Sadece teyzem mi severdi, dayım, annem, hatta anneannem bile ısınmıştı Micheal'a. Annem Londra'daki konseri duymuş geçen gün bahsediyordu ah keşke ben de gidebilsem de görebilsem pek severim Micheal'ı diye. Ailecek severdik biz onu. Bu sabah duyunca öldüğünü çok tuhaf oldum birden. Hani ne alaka deli misin be diyeceksiniz belki ama ne bileyim ben işte!

İntihar için köprüye çıkan adam, hasta komşum, kanseri yenmiş genç çocuk, Micheal Jackson, bütün bunlar sanki bana saçmala lan edie kendine gel artık, bak hayat kısa, ne tasalanıp duruyorsun demek istiyor gibiler. Ben görmek istemesem de at gözlüklerimi çıkartmak istemesem de gözüme sokmaya çalışıyor hayat bir şeyleri bu aralar bana.

Dedim ya hayat tuhaf! Çok tuhaf hem de bu aralar!

18 Haziran 2009 Perşembe

Korkuyorum!

Bizim ofisde yeni biri başladı geçen gün. Biraz eserikli bir tip, ilk gördüğüm anda anladım "aha var bunda bi numaralar" dedim. Sonra konuşmaya başladı filan allam bi tuhaf, kurduğu cümleler bi tuhaf anlattıkları bi tuhaf. Bizim masaya gelip durup dururken "geçen gün kuş sıçtı" dedi bekledik kesin bi yere bağlayacak konuyu diye ama yok o kadar bi yere bağlamadı kuş sıçtı haha dedi sonra gitti yerine oturdu. Arada kendi kendine konuşuyor filan. Ya tamam hayıflamıyorum ama kızı gördükçe ciddi ciddi korkmaya başladım. Arada bi kendime "edie kızım titreyecek misin sallanacak yuvarlanacak mısın bilemem ama kendine gel yoksa büyüyünce böyle olabilirsin" diyorum. Neden bunları diyorum ben de bilmiyorum ama bu kız ben de ciddi ciddi bi korku yarattı. Ya ben de büyüyünce böyle olursam diye.

Bir an önce eski flörtöz ruh halime geri dönmem gerek. Neşeli halime.

Ya ben de öyle olursam be blog! Valla korkuyorum!

17 Haziran 2009 Çarşamba

27 yaş krizi


Bayılırız biz her yaşa, her şeye bir kriz eklemeye. Ergenliğe girersin, ergenlik krizi derler üniversite biter 24-25 yaşındasındır (kendimden örnek veriyorum, zira tembeldim, üşengeçtim, uzattıkça uzattım 24 yaşında mezun oldum- ondan yani, yoksa daha erken mezun olanlar da var- ee ben yok mu dedim) 25 yaş krizi derler, sonra aradan bir iki yıl geçer 27 yaşındasındır bu kez 27 yaş krizi derler, 30'a gelirsin 30 krizi, 35'i- ki kendisi yolun yarısıymış, 40'ı ve diğerlerini saymıyorum ki zaten oralara kadar gelmedim, gelir miyim bilemem, bugün at gözlüklerimi taktım çok güneş var göremiyorum hiçbir yeri, her neyse konu dağılmasın, toparlayamıyorum sonra salaklaşıyorum ki az önce bir şey anlatırken cümlemi unuttum, bi önceki gün de kaşımı yarıyordum, şimdi bunun konuyla ne alakası var, ben de bilmiyorum sanırım konuyu dağıtırıma örnek vermeye çalışıyordum başarılı da oldum. Her neyse. Heh ne diyordum kriz, bayılırız krizlere, yaş krizlerine özellikle. Ben işin içinden çıkamadığım zamanlarda ne yalan söyleyeyim kriz bu şu yaş krizi kesin diyorum, evet saçma farkındayım ama napim tuhafım!


Bugün düşündüm de acaba bu şu anki ruh durumum, gel-gitlerim, git-gelmelerim yaş krizi mi? 27 yaşına girdim ya bi iki hafta önce, 30'a az kaldı hani ve ben hala salak gibi dolanıyorum ya etrafta ondan mı acaba diyorum! Yani stuck in a moment'ım 27 yaşımla mı alakalı diye düşündüm! Ama şimdi bunları da yazarken saçma geldi he! Daha neler yani!

Ama yok ya bak gene çeliştim kendimle, olabilir ben 25'e basınca da böyle salaklaşmıştım. Hatırladım da o zamanda barmenin tekine aşıktım. Adam barmen ya, allam ne alaka ya, 10 beden büyük bana, senin aşkın bana xlarge diye bir şarkı vardı adam onu söylerdi yanımdayken ben de salak anlamazdım, salağım ya valla arada salaklığım tutuyor yani. Sonra şimdi de böyle salaklaştım, ne istediğimi bilememe, bir memnuniyetsizlik, noluyor be diyorum ama anlamıyorum işte. Bir yol, bir plan çizip şu ruh durumundan kurtulmam lazım! Kriz beni yatay geçecek yoksa!

Stuck in a moment

Bugünlerde çok yalnız hissediyorum be blog! Öyle böyle değil!

Tarifi mümkün olmayan acaip bir şey var içimde, böyle sıkıntıyla karışık melanet bir duygu. Ne olduğunu tam anlayamıyorum. Sigarayı da bırakamadım zaten, bir ara ne güzel bırakmaya çalışıyordum. Bir ana kitlenmiş orada kalmışım gibi. Hani U2'nun bir şarkısı vardır bilir misiniz bilmem, Stuck in a moment, bir ana kitlenip kalmıştır, bir şeylerin peşinden koşmak ister, yarın daha güzel olacak diyemez çünkü takılıp kalmıştır oraya, kaçamaz bir yere, işte aynen öyle bir şey.
Takılıp kaldım zamanın bir köşesinde çekip kurtaramıyorum kendimi. Önümde çok önemli bir yol var, seçmem gereken çok önemli bir yol ama ben öyle takılıp kaldım ki çıkamıyorum, önümü de göremiyorum hal böyle olunca.

Bilemiyorum blog! Çok sevimsizim bugünlerde, şu halet-i ruhiye bir kalksa üzerimden. Bir silkelenip kendime gelebilsem, bir çıkabilsem takıldığım saçma zamandan, bir kurtulabilsem aklımdaki aptal düşüncelerden! Bunları istiyorum işte!

Yeni bir şeyler gerek bana!

15 Haziran 2009 Pazartesi

pazar-tesi

pazartesi, sıkıcı, sıcak, uykum var ve de akşamdan kalmayım. lekeli bir masa örtüsü kadar sevimsiz hissediyorum kendimi. üstüne üstlük hala kaçamadım, işteyim.

böhüüüü...

12 Haziran 2009 Cuma

yok başlık maşlık!

Uganda'ya gidip gorillerle dans edesim var. O derece sıkıldım! Uyuz tertip de gitmiş Çeşme'ye zaten. Bir de gitmesi yetmiyormuş gibi boy boy resimlerini koymuş.

Çok sıkıldım be blog! Öyle böyle değil!

11 Haziran 2009 Perşembe

Uyuşuğum, tembelim ama bir o kadar da şahaneyim!




Tembel hayvanlar, günde 15 ile 18 saat uyuyarak en çok uyuyan hayvanların başında gelirler. Kalan zamanda ise yemek yerler ve tutundukları ağaç dalını değiştirirler. Pek fazla yemek yemeyip su içmedikleri de bilimektedir, bu nedenle doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar.

Tembel hayvanlar, keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Yere ise yalnızca ağaç değiştirmek veya boşaltım yapabilmek için inerler.


Evet paramesyumgillere katılma isteğim hala devam ediyor ama eğer kabul etmezlerse isteğimi diye başka seçeneklere de bakıyorum ben. Bir diğer seçeneğim tembel hayvan. Sıcak kanlı hayvanların en uyuşuğu olan bu sevimli yavrucağa hayranım, o kadar uyuşuk ki tüylerinin arası yosun kaplıyormuş.

Paramesyumgillerden bir cevap alamazsam şayet kesinlikle bu arkadaşlara katılacağım.

Karga kahvaltısını yapmadan konser verirmiş!



Bu kargalar var ya bu kargalar yemin ederim manyak hayvanlar. Manyak olduklarını biliyordum ama bu kadarını beklemezdim, şaştım kaldım. Bu sabah saat 4 buçuk gibi bir kahkaha bombardımanıyla uyandım, bir çığlık, bir kavga gürültü, kızılca kıyamet amanın o biçim. Sanki Cem Yılmaz gelmiş de bizim arka bahçede stand up yapıyor, millet kopup duruyor. Allam allam nası bi kahkaha ama Nuri Alço kahkahası böyle. Bir de arada çığlıklar var ki sorma gitsin, ulan dedim parti mi var bizim burada bi yerde, hayır varsa bağırıp çağırcam susun be ahlaksızlar, bu ne kendini bilmezlik diye. Kalktım camdan baktım yok bişey ortada, ee peki bu kahkaha tufanı bu manyak çığlıklar ne? Kargalar, yeminlen kargalar. Nasıl kahkaha atıyorlar var ya. İnanamazsınız sayın blog okuyucuları, öyle böyle değil. Sabah 4 ulan hasta mısınız kardeşim, sıfatınıza tüküreyim. Sağa dönüyorum yok, sola dönüyorum yok uyuyamıyorum, bir kah kah sormayın gitsin, kalktım gene sinirlendim, gözüm dönmüş kışt mışt yapacağım. Benim kalktığımı sezdiler mi naaptılar bilmiyorum ama tüymüşler. Pislikler!

Çığlıkları atan da martılarmış! Nası bi çığlık ama var ya, sanki Brad Pitt'i filan gördüler! Viyaa viyaa bağırıp duruyorlar. Bu kuş alemi manyak, yeminlen manyak. Karganın manyak olduğunu bilirdim ama martıya hiç yakıştıramadım.

Martının da tipe bak! Allam ya, tavuk kadar kuş resmen! Şebelek :)

10 Haziran 2009 Çarşamba

Paramesyumgillere gittim dönücem!


Terliksi Hayvan Familyası: Paramesyumgiller (Paramaeciidae)

Yaşadığı yerler: Tatlı ve acı sularda serbest halde yaşarlar.

Özellikleri: Vücutları kirpiklerle bezenmiş bir hücreli mikroorganizmalar. Kirpikleriyle hareket ederler.

Çeşitleri: Sekiz türü vardır. Kirpikliler (Ciliata) sınıfının tüm kirpikliler (Holotricha) takımından, çoğunlukla tatlı sularda yaşayan bir hücreli birkaç türe verilen genel ad. Sekiz türü bilinmektedir. Yedi tanesi durgun veya akarsularda, biri acı sularda yaşar.


İşte buldum birkaç aylığına bu arkadaşlara katılabilirim, onlardan biri olup kirpiklerimle hareket edebilirim. Aranıza alın beni de be paramesyumgiller!

son günlerde çok düşünür oldum!

son günlerde çok düşünür oldum, bana bir haller oluyor ne oluyor ben de anlayabilmiş değilim. aslında anladım da anlamamazlıktan geliyorum, maniklerden depresiflere doğru yola çıkmış bulunmaktayım, hayırlara vesile olsun, sağ sağlim dönmek üzere kendime hayırlı yolculuklar diliyorum.

evet, evet çok düşünüyorum bu aralar, düşün düşün boktur işin diyerek dalgaya vurmaya çalışıyorum ama dalga gelip bana patlatıyor bir tane, okkalı osmanlı tokadı. her neyse, ne diyordum hah düşünce, bildiğiniz üzere dün eski ilişkilerimi düşündüm, sorguladım, kimi kırdım, kim beni kırdı diye. bu sabahta işe gelirken eski yılları düşündüm, gidemiyorum geriye, döneyim bakayım 2003 senesine ne olmuştu hatırlayayım dedim kaldım öyle. hafıza kaybı mı yaşıyorum acaba, her şeyi fil gibi aklımda tutardım ben, hani beni bu güzel havalar mahvetti desem o da değil, evet hava güzel ama zerre umrumda değil.

bir de ne kaa yeteneksiz, beceriksiz, vasıfsız biri olduğumu düşündüm. çok yeteneksizim be çok, belki de değilim de köreldim ama burada dura dura. bilemiyorum, gidip kendimi bir yerden filan mı atsam acaba, bugün ziyadesiyle pek bayığım.

bi de pek yalnız hissediyorum bugün kendimi be blog! bi insanın telefonu hiç mi çalmaz yahu! öğlen yemekteyken mesaj gelmiş sevindirik oldum bir yeni mesajı görünce aha dedim o kadar da yalnız değilim be, arada bi geliyorum insanların aklına, amma velakin mesaj turkcellmiş.

arayansa annemdir, mesajsa turkcelldir.

9 Haziran 2009 Salı

kırmak ya da kırılmak, işte bütün mesele bu!

Bu aralar eski ilişkilerimi sorguluyorken buluyorum kendimi, B.'ye şöyle yapmıştım, B. de bana böyle demişti, T. özünde çok iyiydi ama bir eksik vardı, B. beni kırmıştı ben de B.'yi kırmıştım, T.'yi kırmış mıydım yok kırmamıştım ama ya kırmışsam, sorabilir miydim sorardım tabi, açardım telefonu "Pinokyo kırdım mı bebeem seni biz beraberken, bak doğru söyle, ölümü gör" diyebilir miydim, benim gibi biri diyebilirdi, peki ya Ç. boşunaydı Ç. için emekler, kendisi de ayyaşın teki olmuş zaten, bir halt olmaz ondan. Ya S. o apayrı hikaye, 5 beden büyük bana, içkisi, kumarı, karısı, kızı bütün kötü huylar mevcut adamda, bir de sorumsuz, umursamaz. Salla gitsin S.'yi. Ya E. benim tertip, hah işte orda dur bakalım, o başka. O kaynar su, 1000 derece, ben ya ben, çay bardağı. Yıllarca kendime çay bardağı olduğumu itiraf edememiş, alter egomu geç, egom da legom da çay bardağı biri. En başlarda yok ben onu kırarım demiştim, E.'yi tertibi yani, salak kafa anlamışım işte o zamandan ters yaptırım olmuş onun beni kıracağını anlamışım ama ben onu kırarım manyağın tekiyim uğraşır mı adam demişim, peki ya sonuç, çizilmiş kalp, ezilmiş bünye.

Bugün T. ile konuştuk Pinokyo ile yani, Pinokyo derdim kendisine zira incecik zapzarif bir insandı, o soruyu sordum kendisine, "kaç yıl önceydi" dedim önce, baktım konuya girdi, "deneriz belki yine" dedi, ardından an bu andır sor rahatla dedim kendime ve sordum; "Pinokyocum, bana bi soru sormam lazım, biz beraberken ben seni kırdım mı çok?"

Yazdı, yazdı sonra sildi aha dedim edie kızım tosladın adam sayacak sana, ardından aylarca ağladım, kahroldum, kararttın hayatımı, travmalar yaşadım, terapist terapist dolaştım, her gece başkalarında aradım seni diyecek, ben de kırdım gül gibi adamı, insan değilim ben, çok kötüyüm diye düşünürken, "yok be hayatım, sen kırmadın ama başkaları çok kırdı" yazdı.

Şimdi düşünüyorum da kırmak ya da kırılmak işte bütün mesele bu!

Ya kıracaksın ya da kırılacaksın!

Yok mu bir orta yolu? Vardır elbet, bulunur!

Elbet bir gün bulunur!

8 Haziran 2009 Pazartesi

Californication'dan bir mektup

Dear Karen,
If you're reading this, it means I actually worked up the courage to mail it so good for me. You don’t know me very well, but if you get me started I tend to go on and on about how hard the writing is for me. This is the hardest thing I ever had to write. There no easy way to say this so I’ll just say it, I met someone. It was an accident, I wasn’t looking for it, I wasn’t one the make it was a perfect storm. She said one thing and I said another and the next thing I knew I wanted to spend the rest of my life in the middle of that conversation. Now there this feeling in my gut that she might be the one. She completely nuts in a way that makes me smile highly neurotic, a great deal of maintenance acquired. She is you Karen, that’s the good news. The bad news is that I don't know how to be with you right now, and that scares the shit out of me. Because if I am not with you right now I have this feeling we will get lost out there. It’s a big bad world full or twist and turns and people have a way of blinking and missing the moment. The moment that could of changed everything. I don’t know what’s going on with us and I can’t tell you should waste a leap of faith on the likes of me. But damn you smell good, like home and you make excellent coffee that has to count for something. Call me!
Unfaithfully yours,
Hank Moody



Californication dizisinden hatırlarsınız belki bu mektubu, uzun zamandır okumamıştım, bu sabah rastladım gene kendisine.

evde kalmış kız manifestosu

Elif Şafak'ı çok severim. Mahrem'le tanımıştım kendisi, ardından diğerleri geldi. Çoğu kişinin okuyup beğenmediği Siyah Süt'ü bile çok sevdim. Siyah Süt'ü okurken en çok "evde kalmış kız manifestosunu" sevmiştim. Geçenlerde kitapları düzenlerken elime geçti kitap, tekrar okudum manifestoyu ve buraya aktarmak istedim. İşte evde kalmış kız manifestosu:


1) Yalnızlık Allah'a mahsustur diyerek her insanı evliliğe mecbur bırakmak, insanoğlunun geliştirdiği en büyük aldatmacalardan biridir. nuh'un gemisi'ne çiftler halinde bindik diye, tüm yolculuğu çiftler halinde yapmak zorunda değiliz.

2) Nasıl oluyor da tüm geleneksel toplumlar da evlenmeyip de kendini ibadete ya da meslegine adayan insanlar herkesten saygı gördüğü halde, günümüz toplumunda "evde kalmak" acınası bir durum sayılmakta?

3) Ve nasıl oluyor da evlilik bir kadın ile bir erkek gerektirdiği halde, "evde kalmak" tabiri sadece kadınlar için kullanılıyor?

4) Bir kadın hiç evlenmemişse ve sürekli iş/aşk/şehir değiştirmişse, bir yerde sabit kalmamışsa onun için de "evde kalmış" mı denilmeli? yoksa "otelde kalmış", "seyahatte kalmış", "gurbette kalmış" gibi yeni tanımlamalara ihtiyaç mı var?

5)"Evde/otelde/seyahatte/gurbette kalan" kadınlara itibarları iade edilmeli. onlar, tıpkı promodern zamanın münzevileri gibi pirupak sayılmalı, saygı görmeli.

6) "Yuvayı dişi kuş kurar" lafı yanılsamadır. çünkü her dişi kuş her mevsim yeni bir yuva yapa yapa yaşayıp gider. kurduğu her yuvayı terk etmesini de bilerek. ömür boyu aynı yuvada kalan kuş yoktur.

7) Göç ve göçebelik, değişim ve değişkenlik bu hayatın elifbasıdır. öyleyse biz kadınlar ne bir yastıkta kocamak zorundayız ne gökten düşen elmaları beklemek.

8) İlla da evlilik metaforuyla konuşmak gerekiyorsa, diyebilirim ki "edebiyat benim kocam, kitaplarım da çocuklarım" bu durumda evlenip çocuk yapmaya kalkmam ancak edebiyatı boşayarak ya da onun üstüne kuma getirererek olur.

9)Edebiyatı boşamak söz konusu olamayacagına ve hiç bir koca adayı bir başkasının üstüne "kuma" gelmeyi kabullenmeyeceğine göre demek ki ebediyyen evde kalmış bir kızım.

10) İşbu kağıt parçası da benim manifestom.


Haa neden şimdi bu da nereden çıktı derseniz eğer, mevsim yaz, yaz oldu mu insanlar çılgın gibi düğün yapıyorlar, evlenen evlenene, hal böyle olunca da evlenen çiftler bekar olanlara sorup duruyor o malum soruyu "sen ne zaman evleneceksin?, evlen artık"

İşte bu manifesto bana bu soruyu soran tüm arkadaşlarıma benden bir cevap.

4 Haziran 2009 Perşembe

Grey's Anatomy- Meredith kızımızdan inciler vol.1

Grey's Anatomy ilk yayınlandığı zamanlarda bir kere izleyip pek bir şey anlamamıştım zira kimin eli kimin cebinde kim kimi götürüyor, yahu burası hastane hop arkadaş aa bak ameliyat öncesi oynaş filan anlamamıştım, ne zamandan sonra dizi 2. sezona girerken tekrarları yayınlanmaya başladı başladık Elif'le izlemeye. Ekrana paralize olduk, arka arkaya çılgın gibi seyrettik. 2. sezon, 3, 4 derken 5 geldi onu da seyrettik. Gün geldi izzie'ye üzüldük gün geldi meredith'e küfür ettik. Şu son zamanlarda şunu anladım meredith aslında şahane bir karakter. Dark and twisty bir hanım kızımız meredith. Kimilerine göre pek hanım değil olsun ama ben seviyorum, kadın aşık bir kere naapsın ya, naapsın kardeşim. Neyse konuyu sapıtmayalım, dağıtmayalım. Bu dizinin sevdiğim taraflarından biri baş ve sondaki narrator kısımları, meredith'in monologları. Hemen aşağıda bu özlü sözlerden bir demet bulabilirsiniz. Shonda abla seni seviyorum demek istiyorum buradan, evlatlık al beni, nüfusuna geçir!

Buyrunuz Meredith kızımızdan inciler:

"Remember when you were a kid and your biggest worry was, like, if you'd get a bike for your birthday or if you'd get to eat cookies for breakfast. Being an adult? Totally overrated. I mean seriously, don't be fooled by all the hot shoes and the great sex and the no parents anywhere telling you what to do. Adulthood is responsibility. Responsibility, it really does suck. Really, really sucks. Adults have to be places and do things and earn a living and pay the rent. And if you're training to be a surgeon, holding a human heart in your hands, hello? Talk about responsibility. Kind of makes bikes and cookies look really, really good, doesn't it? The scariest part about responsibility? When you screw up and let it slip right through your fingers."

"Forty years ago, the Beatles asked the world a question. They wanted to know where all the lonely people came from. My theory is that a great many of the lonely people come from hospitals. More precisely, the surgical wing of hospitals. As surgeons, we ignore our own needs so we can meet our patients' needs. We ignore our friends and families so we can save other people's friends and families. Which means that, at the end of the day, all we really have is ourselves. And nothing in this world can make you feel more alone than that."

"Maybe we're not supposed to be happy. Maybe gratitude has nothing to do with joy. Maybe being grateful means recognizing what you have for what it is. Appreciating small victories. Admiring the struggle it takes simply to be human. Maybe we're thankful for the familiar things we know. And maybe we're thankful for the things we'll never know. At the end of the day, the fact that we have the courage to still be standing is reason enough to celebrate."

"At some point, you have to make a decision. Boundaries don't keep other people out, they fence you in. Life is messy, that's how we're made. So you can waste your life drawing lines or you can live your life crossing them. But there are some lines that are way too dangerous to cross. Here's what I know. If you're willing to throw caution to the wind and take a chance, the view from the other side... is spectacular."

"A wise man once said you can have anything in life if you will sacrifice everything else for it. What he meant is nothing comes without a price. So before you go into battle, you better decide how much you're willing to lose. Too often, going after what feels good means letting go of what you know is right, and letting someone in means abandoning the walls you've spent a lifetime building. Of course, the toughest sacrifices are the ones we don't see coming, when we don't have time to come up with a strategy to pick a side or to measure the potential loss. When that happens, when the battle chooses us and not the other way around, that's when the sacrifice can turn out to be more than we can bear."

"Communication. It's the first thing we really learn in life. The funny thing is, once we grow up, learn our words and really start talking, the harder it becomes to know what to say. Or how to ask for what we really need."






1 Haziran 2009 Pazartesi

saat 18:15 ben bunu yazarken

saat 18:15.

haziran'ın biri.

mayıs da bitti.

ne acaip şu zaman. bu aralar hep bu aklımda. zamanın yanılsama olduğu. geçsin diye beklerken geçmek bilmemesi, geçmesin diye dua ederken de hızla akıp gitmesi.

mayıs, nisan, mart, şubat, ocak ve aralık.

dün gibi aklımda hala!

hayat tuhaf!

27 yıl geçmiş!

bu perşembe yani ayın dördü, 27 yıl tamamlanmış oluyor! geriye kalanlar bir bavula sığabiliyor.

geçen gün annem bebeklik eşyalarımı bulmuş. hastaneden eve gelirken üzerimde olan pikeyi, ilk tulumumu, biberonumu, emziğimi ve ayakkabılarımı gösterdi.

sonra ilk karnemi, okulda çekilmiş ilk fotoğrafımı!

tuhaf kadın şu annem. her zaman atacak bir şey bulur oysa ki, sevmez eskiyi ama atamamış bunları işte! kıyamamış belki de atmaya.

27 yıl geçti!

27 Mayıs 2009 Çarşamba

gitmek

şu aralar aklımda tek bir şey var, gitmek. her şeyi bırakıp gitmek, neresi diye sormayın zira ben de bilmiyorum. neresi olursa olsun gitmek. öyle sıkıcı gelmeye başladı ki her şey, her şey üst üste geldi. çok yorulduğumu hissediyorum bu aralar.

bugün gökyüzü masmavi ben griyim, renklerimi kaybettim bugün. tek aklımda olan şey gitmek. öyle çok istiyorum ki gitmeyi, bir deniz kenarı, bir dağın başı, bir ağacın gölgesi, bir derenin kenarı neresi olduğu önemli değil.

gidişi olan dönüşü olmayan bir yol istiyorum, kendime döneceğim bir yol olsun bu yol. kendimi bulayım, yeni öykülerle döneyim.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

böyle buyurur rilke


“kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. soruların kendisini sevmeye çalış, kilitli odalar ve yabancı lisanda yazılmış kitaplar gibi. cevapları şimdi arama. şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. bu her şeyi yaşama meselesidir. şu anda senin, soruyu yaşaman gerekiyor. belki daha ilerde, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.”

22 Mayıs 2009 Cuma

arka arkaya standing next to me ve seni unutsaydım bekler miydim'i dinleyebiliyorsam anlayın ki sıyırdım!

evet evet!

21 Mayıs 2009 Perşembe

---------

mayıstı.

seni o yüzden bağışladım!
ben en çok mayısta su içerim
ben en çok mayısta başımı öne eğerim
içimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar
avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı
mayısta öğrendim ben
ve teraslarda leonard cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı
tiril tiril
bembeyaz bir giysiyle
rüzgarda ayakların çıplak
kolların saracak gibi mayısta ölüp dirilen tüm çiçekleri
öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak
durmak
durmak

sevgilim periler ölürken özür diler
sevgilim..

kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan
tam
tam yaza girecekken
yazın omzuna yüzünü dayayacakken
çekip giden
ayaklarının altından o son sığınak terası da
acılarının velihatı leonard cohen de
çekip gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir
yani.. anlıyor musun.. mayıstı..

seni o yüzden bağışladım!


*periler ölürken özür diler
küçük iskender

19 Mayıs 2009 Salı

rüya

her zaman garip rüyalar görürüm ben. beni tanıyanlarda bilir hep garip rüyalar gördüğümü, hatta sorarlar dün ne gördün rüyanda anlat da eğlenelim diye.

dün gece- hayırlara vesile olsun diyerek başlıyorum önce- bir kuş gördüm rüyamda. siyah bir kuş, kanatları kafası siyah, gövdesi göğsü fosforlu yeşil bir kuş, kanadı yaralı, düz tutunca ciyaklıyor, pencerenin aralığından içeri girip elime konuyor, ben gökyüzüne salıyorum o geri geliyor ben saldıkça, beni bırakmak istemiyor. yavru bir kuş bu. daha sonra simsiyah bir kedi geliyor içeri, simsiyah göğsünde beyaz bir lekesi var, afacan afacan bakıyor bize, pati atıyor kuş, oyun oynuyor.

anlam veremedim, nedir bu rüya diye. ama güzel olsun neyse, özellikle şu son günlerdeki duama yanıt gibi geldi bu rüya. ya göz- beyin olarak hayatıma kaldığım yerden devam edebileyim ve unutayım her şeyi, ya da koskoca bir kalp olayım onunla birlikte. çok zor olmaması gerek bunun cevabı, bekliyorum sadece.

kuşa gelince;



buydu işte!

keyfimi yerine getiren şeyler vol. 1

bu adamı dinlemek


bulutlara bakmak



keyfimi yerine getiriyor.

17 Mayıs 2009 Pazar

çay bardağı


eğer çay bardağı kadar kırılgansan ya kaynar suyla asla karşılaşmamanın bir yolunu bul ve ideal bir kocaya varıp ideal bir hayat sürmeyi umut et, ya da, bir an önce kırılmaya bak. bütünün bir işe yaramazsa kırıkların bir işe yarar belki!


Elif Şafak/ Baba ve Piç

göz-beyin, kalp ve beden

şu yaşıma kadar göz ve beyin olarak yaşadım ben. gözüm gördü, beynim algıladı, kurguladı, yarattı ve yazdı. kalp ve beden ruhumun derinliklerinde yaşadılar yıllarca. arada çıkmak istediler, çıktılar yaralandılar ve geri döndüler eski yerlerine. çıkartmadım onları yerlerinden, tembihler üzerine tembihler ettim, sakın çıkmayın diye, göz ve beyinim ben dedim onlara. göz ve beyin hükümdarımdı. sonra bir gün göz bakmaması gereken bir yere baktı, kalp çıktı ardından gizli yerinden, beden başladı isyana. bu isyan tam 8 ay sürdü, 8 ay boyunca kalp ve beden hükümdarlığını ilan etti geçmiş yılların intikamını alırcasına. beyin ve göz çok içerledi bu duruma.

şimdilerde beyin ve göz yeniden ele geçirme planları yapıyor ruhu. ben göz ve beyinim. beden ve kalp değil. böyle yaşayamam.

her gece yatağımda dua ediyorum Allah'a, göz ve beyin olayım ben diye. kalp ve beden değil, göz ve beyin olarak nasıl yaşadımsa bunca yıldır geri dönsün beyin ve göz diye. şimdilerde bekliyorum, göz ve beyin olarak yaşayacağım günler yakın.

15 Mayıs 2009 Cuma

Elif Şafak'tan bir yazı

Seçmediğim bütün yollar

İnsan hayatı bireysel seçimlerle örülü ilmek ilmek. Yapılan irili ufaklı, binlerce, belki de milyonlarca tercihle işaretlenmiş bir harita ömrümüz. Ama seçtiklerimizden ziyade seçmediğimiz yollardır bu haritada belirleyici olan.

Sapmadığımız patika, dönmediğimiz dönemeç, tercih etmediğimiz seçenek.. elediğimiz imkanlar, geride bıraktığımız alternatifler. Onların toplamıyız aslında. Seçtiklerimizden ziyade seçmediğimiz yolların toplamıyız. Çocukken mandolin değil de flüte merak sarsaydık nasıl olurdu acaba? Bilye oynamak yerine bir enstrümanda uzmanlaşsaydık? Lisede şu gruba değil bu gruba takılsaydık, filanca insana değil falanca insana âşık olsaydık nasıl gelişirdi ömrümüzün geri kalanı? Tercih yaparken şu işe değil de bu firmaya meyletseydik, en iyi dostumuz olarak falancayı değil de filancayı seçseydik? Ve kadınların, filmlerde en çok sordukları o klişe soru, bilhassa acıtmak istediklerinde kocalarının canını: Seninle değil de filancayla evlenseydim kim bilir nasıl da farklı olurdu hayatım? Okulu bırakmayıp bitirseydim, çocuk doğurmayıp iş kadını olsaydım, patrondan zam istemek yerine istifa edip evime dönseydim...

Keza kocaların incitici soruları: Askerden sonra evlenmek yerine bir süre yurtdışına gitseydim, filanca tarihte kayınpederin dayattığı şartları kabul etmek yerine çekip gitseydim, ah bir gitseydim... Peki ya eşimi değil de başkasını sevseydim... Hani şu ilk aşkımın peşinde gitseydim... Hani şu seçmediğim öteki yolu seçseydim ne olurdu, ne olurdum? Seçmediğimiz yolları unuttuğumuzu zannederiz; ama insan beyninde sırf bu işten sorumlu bir merkez vardır, o merkezde de durmadan not alan cevval bir katip. Yazar da yazar. Kaydeder. Gün gelir pat diye açar tutanakları. İşte o zaman insan hatırlar. Seçmediğimiz tüm seçeneklerin, sapmadığımız tüm yolların yükü olanca ağırlığıyla çöker vicdanımızın, zihnimizin üzerine. O zaman muhakkak acı çeker, kendi kendimizi yer ve eninde sonunda haksızlık ederiz hem kendimize hem sevdiklerimize; yani sahip olduklarımıza, yani seçtiklerimize...

Italo Calvino, bir hikâyesinde seçim yapamayan bir adamın seyrüseferini anlatır. Sürekli iki şey arasında sıkışan, bir türlü karara varamayan bir adam, neyi seçse aklı seçmediğinde kalan, bu yüzden tıkanan, kataklanan, asla huzurlu olamayan bir genç adam. İki kadına birden âşıktır aynı anda, aynı yoğunlukta. İkisi de aşkına karşılık verir. Ne var ki bir an evvel bir tercih yapması gerektiği fikri çıldırtır adamı. Seçemez. İki ayrı iş imkanı vardır, birini seçip çalışmaya başlayamaz bir türlü, sırf seçim yapmanın zorluğundan. İki şehir arasına sıkışır, iki kadın, iki iş, iki hayat... Hikâyenin sonunda bir başka adam çıkar karşısına, yapışır yakasına. ‘Beni mahvettin.’ der. ‘Çünkü ben senin seçmediğin seçeneklerin alıcısıydım, girmediğin yolların yolcusu. Sen neyi seçmeyeceksen onu ben alacaktım. Senin evlenmediğin kadınla ben evlenecek, senin seçmediğin işe ben alınacaktım. Seçim yapmayarak sadece kendi kaderini değil benim kaderimi de tıkadın, önümü kapattın!’

Her adımda seçimdir hayat. Her adımda tesadüf. Ne var ki Türkçeyi Öztürkçeleştirenler bu tür ayrıntıları toptan söküp atmış olsalar da dilimizden, en nihayetinde ‘tesadüf’ ile ‘tevafuk’ aynı şey değildir. Bilmediğimiz, o yaptığımız minik minik dünyevi tercihlerin büyük ve semavi bir resimde nasıl bağlantılandığı, anlamlandığıdır.

12.02.2006

Elif Şafak

bir kere!

bugün cuma, tam bir hafta önce bugün sevdicekle kötü bir konuşma geçti aramızda. okuyanlar varsa eğer blogu anlayacaklardır ki bu konuşma öyle hayra alamet bir konuşma değildi, evet evet bir ayrılık konuşmasıydı. ayrıldık mı benim de bir fikrim yok ama tam bir haftadır konuşmadık, çarşamba günkü mesajlaşmayı saymazsak. birkaç gün ağladım, sıkladım, mızıkladım. canım masa komşuma, ablaya, anneye söz verdim tamam iyi olacağım diye. oldum da.

işe gelirken ve işten eve giderken şişli'nin en kalabalık caddelerinden birinde, yüksek plazaların karşısında büyük duvarlar görüyorum, her gün önünden geçiyorum ben bu duvarların. bu duvarların ötesi mezarlık. evet evet mezarlık, yahu manyak mısın deli misin diyeceksiniz ama işte bu mezarlığın önünden geçerken bir aydınlanma mı bir kendine gelme mi, bir titreme mi nedir bilmiyorum ama bir şey anladım ben. ölüp gidiyoruz bu hayatta, kırmaya, ağlamaya, hıçkırmaya, hönkürmeye, cırlayıp mızıldayıp kafaları yemeye hiç gerek yok aslında. o duvarların ötesinde, yerin iki metre altında üzerinde beyaz mermerli bir kabirle yatacaksın bir gün. ve bütün bu yaşadıkların boşuna. hayat denilen şey bir mucize, ne kadar lanetler yağdırsak da, küfürler savursak da biliyoruz aslında ama işte görmek istemiyoruz bu mucizeyi, bir gün gelecek ve biz hepimiz o iki metreye gideceğiz.

ha buradan şu anlaşılmasın, "koy rahvan gitsin" demek istediğim bu değil elbette, demek istediğim daha sakin olması gerektiğini hayatta, ağlamamak belki de gidenin ardından, belirsizlere çıldırmamak, öfkeyle kötü sözler söylememek.

bir kere geliyoruz hayata! bir kere!

29 Nisan 2009 Çarşamba

yol!

bundan baya bi uzun zaman önce, buraya her şeyin bir nedeni var diye yazmışım. uzun uzun zaman geçmiş aradan, bir çok şey olmuş, gitmişler, kalmışlar, değişmiş çoğu şey zamanla. ama ama hala bunu düşünüyorum, geçen gün o postu okudum, düşündüm üzerine. her şeyin bir nedeni var şu hayatta. biz bilmesek de nedenini, anlamasak da var işte. neden diye sormak gereksiz bazen. daha yarın ne olacağı belli değilken, oturup planlar yapmak bir sonraki ay için, sene için, gereksiz bir şey sanırım. çok planlar yapardım, bazen hala ister istemez yapıyorum plan. şu şöyle olur, bu böyle olur diye ama işte yapmamak lazım. planları yaptıkça farkettim ki hüsnüler kuruntular endişeler sarıyor dört bir yanımı. ne gerek var ki bunca endişeye, ben mi kurtaracağım dünyayı. yaşa gitsin be anacım demek istiyorum kendime çoğu zaman ama olmuyor. bir yerde okumuştum nerede okuduğumu hatırlamıyorum şimdi, "siz yolunuzu bulduğunuzu düşünürken tanrı yolunuzu değiştirir" diyordu. çok doğru çok! bulmadım ben yolumu daha, buldum demek istemiyorum. yürümek istiyorum sadece!

21 Nisan 2009 Salı

Ruz-i Hızır

Daha çok var aslında Ruz-i Hızır'a ama olsun. Ha şimdi diyeceksiniz ki nedir bu Ruz-i Hızır? Hemen anlatayım, efenim Ruz-i Hızır, Hızır Günü yani Hıdırellez demek. 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gecede İlyas ve Hızır buluşup doğaya can verirler. Bu aralar bu konuya taktım, aklımda bununla ilgili güzel bir hikaye var, araştırıp duruyorum, kelimeler çıkmak için içimden taklalar atıyorum vakit bulamıyorum.


Eski bir gelenek Hıdırellez. Taa eskilerden kalma bir gelenek. Ateşlerin yakılıp üzerinden atlandığı, mayasız yoğurtların çalındığı, gül ağacının altına dallarına dileklerin asılıp, dallarına yüzüklerin konduğu bir gün. Duaların dileklerin günü. Bahçeli bir evde büyüdüğümden dolayı annem ve anneannem ben küçükken bahçedeki gül ağacının dibine taşlarla ev araba yaparlardı. Önceden kesilmiş iki soğana biri beyaz biri siyah iki ip bağlanır beklenirdi, sabah olunca dilekler alınır denize atılırdı, kapılar pencereler açılır, hızır içeri girsin denilirdi.




Anneannem gideli 3 sene olucak neredeyse ondan kalan adetleri ben yerine getiriyorum artık. Belki çok var Hıdırellez'e ama olsun, düşündükçe baharın gelecek olmasını ve baharla beraber gelecek olanı mutlu oluyorum.