31 Aralık 2007 Pazartesi

31 Aralık 2007

Bugün 31 Aralık, yani içinde bulunduğum yılın son günü. Yeni yıla girmemenin yollarını arıyorum iki haftadan beri ama ne yazık ki kaçacak yer yok. Noel kabusu her yerde pardon yılbaşı kabusu. Her yerde karşıma çıkan korkunç kostümlü noel babalardan, kırmızı süslerden, çam ağaçlarından, kalabalıktan kaçış yok. Bir hafta boyunca evdeydim. Hayatımda yaşadığım en kötü gribi geçirdim- hala da geçmedi. Bu ne hastalıkmış demekten kendimi alamıyorum. Önce hapşırık geldi, ardından düşmeyen bir ateş ve şimdi de korkunç bir halsizlik.

Her neyse konuyu dağıtmayalım, birkaç saat sonra 2007 bitecek. Ben halimden memnundum ve işin aslına bakarsanız 2007 devam edebilirdi benim için. Yani yeni bir yıla gireceğim de ne olacak ki. Karşıma bir arap şeyhi mi çıkacak, bahçemde petrol mu bulacağım, kristal elma hatta oskar mı kazanacağım. Bilemiyorum. Geçen yıla yani 2007'e nasıl girdiysem 2008'e de öyle giriyorum. Hastalık eklendi sadece.

Bu kadar sevimsizlik yeter, okuyanların da sinirini bozmayalım. Hepinize mutlu yıllar, güzel yıllar.

Fratellis dinleyin ayrıca.

20 Kasım 2007 Salı

Hikayedeki Mal Benim Aslına

Kendimi hikayede bahsi geçen "mal" gibi hissediyorum. Egosantrik bir dönem geçiriyorum sanırım. Bütün olayların benimle ilgili olduğu gibi paranoyak bir hal içersindeyim bu aralar. Ağaçlardan dökülen yapraklara bile üzülür hale geldim. Hayatımdan çıkarmaya çalıştığım o şahsı çıkaramıyorum bir türlü. Çıkarmak bir yana telefon ediyor ve görüşüyorum. Dedim ya hikayede anlatılan mal benim aslında. Yapmamam gereken şeyler yapıyorum. Sanırım yavaş yavaş bu rahat halden sıkılmaya başladım. Bilemiyorum, hiç bilemiyorum.

Tatile gitmem gerek, evet bunu yapmam gerek.

11 Kasım 2007 Pazar

HER ŞEYİN BİR NEDENİ VAR

Yaptığım her şeyin, yaşadığım tüm olayların aslında bir nedeni var. Ben bilmesem de her şeyin bir nedeni var. Bütün yazı şikâyet ederek, sevmediğim bir işte çalışarak geçirdim, ama burası bir basamaktı. Evimden saatlerce uzaklıkta, son derece kötü bir yere girdim, acele karar vermenin bazen kötü sebeplere neden olacağını öğrendim.
Hayatta hiçbir şey tesadüf değil.

25 yaşında bir yerlerde eksik olan kardeşimi bulmuş gibi hissediyorum, aynı tepkiler, aynı düşünceler. Kendisi işte burada: http://epruli.blogspot.com/

Hayatta tesadüf diye bir şey yok. Kesinlikle yok. Yoksa var mı? Bak takıldım şimdi.

SON PİŞMANLIK NEYE YARAR

Her şeyin bedeli var, buraya kadar diyerek devam ediyorum. Bu aslında Türkçe sözlü hafif müzik türüne ait bir şarkıdır. Asya adında ölü balıkgözlü bir kadın söylüyordu. Hiç unutmam acayip bir de video klibi vardı. Yaşadığım olaylardan sonra, durumu anlatan şarkılar söylemeyi çok severim. Yaşadığım olay pişmanlık vericiyse son pişmanlığı, kendimi kötü hissediyorsam beni bırakın bu caddelerde, yıkılan eski meyhanelerde, biraz daha kötü hissediyorsam atın beni denizlere, eğer çok çok kötüysem, yoğun kırmızıları yaşıyorsam bu akşam ölürüm beni kimse tutamazdan oluşan muazzam bir şarkı listem var. Evet, bahsi geçen çoğu şarkının son derece nahoş olduğunu biliyorum fakat bu şarkılar yaşadığım olaylar ile o kadar uyuşuyor ki, nefret etsem de şarkı listesinden atamıyorum.

Pişmanım, kabul etmem gerekirse pişmanım. Çok sıkıldığım, ofladığım, sevmediğim işi bıraktığım ve evime binlerce saat uzaklıkta kötü bir yerde çalıştığım için pişmanım. Tüm o şarkılar da bu yüzden. Yoksa saatlerce Kral Tv karşısında oturan biri değilim.

İşi sevmedim. Ne yapacağımı da bilemiyorum, yani bir bakıma bilemiyorum. Biraz zaman diyorum kendime. Biraz süre tanımalıyım ama ondan da emin değilim.

YENİ BİR İŞ, YENİ BİR BEN YENİ BİR İŞ, YENİ BİR BEN

Yeni bir iş bulmadan, işten ayrılamam dedim kendime. Yeni, daha iyi yerler aradım. Sonunda buldum dedim. Görüşmeye gittiğim ajansın sahibi öyle iyi ve sevimli gözüktü ki gözüme bu iş oldu dedim. Aradığım ajansı buldum. İşe kabul edildiğime dair telefon geldikten sonra, patronuma işten ayrılacağımı söyledim. Neden, memnun değil misin, kal diye tepkiler beklerken pekâlâ muhasebeye uğra o zaman dedi bana. Aslında biraz üzülüyorum. Kendi isteğimle bile olsa, ayrılıkları sevmiyorum. Sessiz sedasız ayrılmayı seven biriyim ben. Çaktırmadan, fark ettirmeden kaybolmayı seviyorum. Yokluğum anlaşılmasın. Arkamdan konuşulmasın.
Pazartesi günü yeni bir ajansta yeni işime başlıyorum. Ne muazzam.

Pazartesi sabahı, korkunç bir karın ağrısı ile uyanıyorum. Aman yarabbi, bu ne ağrı böyle. Öleceğim sanrım. Yerçekimine karşı koyamıyorum. Kadın olmak ne zor iş. Yeni bir başlangıç yapmak üzeresin, yeni işinin ilk günü, sabah korkunç bir ağrı ile uyanıyorsun. Dolayısı ile işe gidemiyorsun. Ne sinir bozucu bir şey.
Salı günü ağrı biraz daha azalmış. Yeni işime gitmek için sabırsızlanıyorum. Her şey çok güzel olacak. Yeni bir işim olacak, Asiye ile aram düzeldi, Serkan ile ilişkim muazzam. Her şey dört dörtlük. Neşe içinde uyanıyorum. Giyiniyorum evden çıkıyorum. Beşiktaş’tan otobüse bineceğim. Yol biraz uzun mu ne, yok yok sinirimi bozmaya, keyfimi kaçırmaya gerek yok. Evet, uzak ama olsun böyle olmasını ben istedim. Evden uzak olsun dedim. Daha rahat ederim dedim.

ODALARDA IŞIKSIZIM, KİLİTLİYİM.

“Kilitleme o kapıyı kızım, kalırsın içeride”.

“Bir şey olmaz anne, hadi yat uyu”. Çat, pat. Kilit sesi.

Odamın kapısını kilitlerken, sabah kapının açılmayacağını nasıl tahmin edebilirdim ki. Kilitli kaldım, hem de kendi odamda. Annemin ikazlarına kulak asmadım. Odamın kapısını kilitledim ve sabah bir sürprizle karşılaştım. Odamda kilitli kaldım. Ne muazzam bir duygu olduğunu anlatmam mümkün değil. Bir gece önce, sinirli bir şekilde yatıyorsunuz, sabah sevmediğiniz bir işe gitmek üzere uyanıyorsunuz, son derece sıkıcı giysilerinizi giyiyorsunuz, karnınız deli gibi acıkmış ama yemek yemeye vaktiniz yok çünkü her zamanki gibi geç kalmışsınız, kapıyı açmaya çalışıyorsunuz, kapı açılmıyor. Bırakın açılmasını anahtar dönmüyor bile. Çat, çat cama vuruyorum. “Anne, odada kaldım, gel beni kurtar”. Ne komik bir olay. Anneniz merdivenleri ikişer ikişer çıkar, karşınıza geçer, nanik işareti yapar ve “Sana kilitleme demiştim, ne yapacağız şimdi” der. Birden aklınıza bir fikir gelir. Kapının camını kırmak. Kendinizi McGuyver dizisinde gibi hissederek, kapıyı açmaya çalışırsınız, çekil bebeğim cam gelmesin bakışlarıyla annenizi uyarır, tam cama bir şey fırlatmak üzereyken, “Aman evladım ne yapıyorsun, bırak bekle” lafını duyarsınız annenizden. İş arkadaşınıza büyük ihtimal hayatında alabileceği en komik ve en tuhaf mesajı gönderirsiniz “Odamda kilitli kaldım, geç kalacağım”, beklemeye başlarsınız. Gününüzün ne kadar da harika başladığını, kim bilir o gün boyunca daha ne muazzam olaylar yaşayacağınızı düşünmeye başlarsınız. İnsanın kendi odasında kilitli kalması, annenizin yardım getirmeye komşuya gitmesi, 10 dakikadan az bir süre ama bu süre içersinde kendinizi öyle çok sorguluyorsunuz ki, sorgu amiri olsanız akşama gelip madalyanızı takarlar.

Kaba sakal olarak adlandırdığım komşumuz, elinde bir alet çantası ile merdivenleri çıkıyor, arkasında annem aynı yüz ifadesiyle; “Ben demiştim”.

Kapı açıldığı zaman annemin canavara dönüşmesinden korkuyorum. Kaba sakal amca, alet çantasından çıkarttığı aletlerle kapıyı açmaya çalışıyor ve mutlu son kapı açılıyor. Gömleğimin düğmelerini ilikliyor ve odadan çıktığım gibi yüzümü yıkamaya gidiyorum; bu bir rüyaydı diye kendimi kandırmaya çalışıyorum bir yandan da. Ama değil ve ben işe geç kaldım.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Ta içimde bir yerlere yaptığım yolculuk

İnsanın kardeşi bildiği, aynı tabaktan yemek yediği, aynı yastıkta uyuduğu, çoğu kez kardeşim diye tanıştırdığı arkadaşı ile ortada hiçbir sebep yokken konuşmaması, soğudunu hissetmesi, artık iki farklı insan olduğunu anlaması çok kötü bir duyguymuş.

Eski günleri özledim. Asiye ve kızlar ile gözümden yaşlar gelene kadar güldüğüm, umursamaz olduğum eski güzel günleri özledim. Büyümek için bir şeyleri feda etmem gerekiyordu, yalnız başıma kalıp, hayatta ne istediğimi anlamam, kendimi bulmam gerekiyordu. Bu nedenle kızlarla görüşmek istemediğimi söyledim. İnsanın kendini tanıması, kendine dönmesi uzun zaman alabiliyor. Hepimiz farklı farklıyız. Milyonlarca insanın yaşadığı şu dünyada, hiç kimse bir diğerine benzemiyor. Kendimi bulmam, özümde kim olduğumu çözmem gerekiyordu, büyümem gerekiyordu. Ama gene de eski güzel günlerimi özlüyorum. Umutsuz değilim, pesimist de değilim. Geçen yıl ile kıyasladığımda kendimde büyük değişiklikler görüyorum. Artık ne yapmak istediğimi biliyorum, ne olmak istediğimi biliyorum.

Ben önemli biri olmak istiyorum. Başarılı olmak istiyorum. Nefes almak istiyorum. Sevdiğim mutlu olduğum işi yapmak istiyorum.

Ben kendim olmak istiyorum.

25 Ekim 2007 Perşembe

Herşey Olabilir.

Bazen hayatımızdaki olaylar bizim kontrolümüzün dışında gelişmeye başlar. Biz olayların gidişatı üzerine bir plan yapmışızdır, planımızın tıkır tıkır işlediğini, herşeyin kontrol altında olduğunu, olayın gidişatının elimizde olduğunu düşünürken, birden olaylar bizim kontrolümüzün dışına çıkar, ipler elimizden kayar ve herşey değişir. Herşey değişir. Hayatımız inanılmaz derecede kötü giderken, birden bire değişebilir. Daha iyi bir yöne sapabilir, daha kötü bir yöne de sapabilir. Planlarınızın arasında yokken, hayatta yapmam dediğimiz şeyleri yapabilirsiniz. En yakın arkadaşınızla kendinizi tuhaf bir ilişkinin içinde bulabilisiniz, kardeşim dediğiniz arkadaşınızla sebepsiz yere konuşmayabilir, dünyanın en gereksiz, en yüzeysel ve en berbat insanına aşık olabilirsiniz. Hayat böyle birşeydir. Biz onu kontrol edebildiğimizi sansak bile aslında kontrol edemeyiz. Birden bire hiç hesapta yokken olur herşey. Aniden gelir. Bir gece ansızın gelebilirim der ve gelir. Uyarmadan gelir.

Yemek yemek için gittiğiniz o kafe'de birden bire aşık olabilirsiniz. Kardeşim dediğiniz asla yapmaz dediğiniz arkadaşınızdan Guiness Rekorlar Kitabına girebilecek büyüklükte bir kazık yiyebilir, kitaba adınızı yazdırabilirsiniz. Yolda yürürken başınıza metrelerce yüksekten paraşütü açılmamış biri düşebilir, ya da bir uçak tuvaletini siz yürürken üzerinize boşaltabilir. Sarhoş arkadaşınız yeni aldığınız cep telefonunuzun üzerine kusabilir. Herşey olabilir.

Yara İzlerinin Anlamları

Herkesin bir yara izi vardır. Vücudunun bilinmeyen yerlerinde, göremediğimiz yerlerde, gizli köşelerde kalmış, geçmişteki hikayelerine bağlı yara izleri vardır. Yaralarımızın çoğu iyileşir, kabuk tutar, deri kendini yeniler. Ama genelde bir iz kalır. En izi kalmayacak şeyler bile bizde bir iz taşır. Bazı yaralarımızı hayatımızın her anında bizimle birlikte taşırız. Taşımak istemesek de izler hep bizimledir. İstediğimiz kadar estetik yaptırsak da, dövmeyle kapatmaya çalışsak da, onlar biz bildiğimiz sürece, hafızamızı kaybetmediğimiz sürece bizimledir.

Eski Yaralarımızın Bize Öğrettikleri

Hangisi daha kötüdür, korkunç derecede acı veren yeni yaralaranız mı yoksa yıllar önce iyileştiğini düşündüğünüz ama aslında iyileşmemiş olan eski yaralarınız mı? Belki eski yaralarımız bize birşeyler öğretir. Bize bu günlere nasıl geldiğimizi, nelerin üstesinden geldiğimizi gösterir. Belki bu bakımdan eski yaralarımız iyidir bizim için. Bize gelecekte nelerden kaçınmamız gerektiği hakkında dersler verir. Biz böyle düşünürüz. Ama bu aslında böyle değildir. Kaçımız eski yaralarımızdan ders aldık, ütünün sıcak olduğunu bildiğimiz halde ellemedik mi, aşktan yaralar aldığımız halde bulaşmadık mı? Bazı şeyleri tekrar ve tekrar öğreniriz. Bu böyle olması gerektiği içindir.

23 Ekim 2007 Salı

AMA BEN DEĞİŞMEZSEM, BEN OLAMAM Kİ

Bu sabah ofiste kahvemi içerken, bilmediğim bir numara aradı beni. Başvurduğum yerlerden birinin olmasını dileyerek açtım telefonu. Karşımdaki ses Asiye’nin sesine benziyor ama o olmayabilir de. Evet, o. Bu onun sesi. İki hatta üç aydan sonra hiçbir şey olmamış gibi arıyor. Ne yapıyorsun, nasılsın. Tipik Asiye işte, görüşelim, özledim.
Hafta içi ararım deyip, telefonu kapatıyor. Yüzümde bir şaşkınlık ifadesi var. Masama döndüğüm zaman Özgür soruyor “ Hayırdır, kötü bir şey yok değil mi” ? Kötü değil de tuhaf bir şey var. Üç ay sebepsiz yere konuşmadıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi, sanki en son geçen gün konuşmuşuz gibi araması, randevu ayarlaması tuhaf.

Pazar sabahı gene telefon çalıyor. Asiye arıyor. Akşam buluşalım mı diye. Tamam diyorum buluşalım. Tuhaf ve sıkıntılı geçiriyorum günü. Ne konuşacağım ki. Çok uzun sayılmasa da uzun bir süre geçmiş. İnsan iki ayda değişir mi, değişir işte. Ben hiç aynı olamam ki. Değişmezsem ben olamam ki. Akşam oluyor, buluşuyoruz. Asiye aynı Asiye, değişmemiş. Değişmişsin diyor bana. Hareketlerin bile değişmiş, sigara içmen bile değişmiş. Değişmezsem ben, ben olamam ki diyorum, gülümsüyor. Görüşelim hep diyor bana. Mesaj geliyor o sırada telefonuma, Dıdıdıdıt. Görkem mesaj göndermiş. Asiye ileyim diyorum, gel beni kurtar bu işkenceden. Bekle diyor, geliyorum. Kısa bir süre sonra Görkem geliyor yanımıza, kurtarıcı edasıyla. Bir yarım saat sonra eve gitmem gerek diye ayrılıyorum Asiye’nin yanından Görkem ile beraber. Gene buluşuruz diyorum. Tuhaf dostum gerçekten tuhaf.

SERZENİŞ

“İstemiyorum yahu, istemiyorum. Daha fazla bu sıkıcı işte çalışmak istemiyorum. Anlamıyor musunuz? Mutsuzum ya.” Her zamanki serzenişlerimden biri daha. İnsanın sevmediği bir işte çalışması, gün sonunda “bu günü de atlattık” demesi ne kadar korkunç bir şey.

Daha fazla mutsuz olup, hem kendime hem de çevreme işkence etmek istemiyorum. Bırakmak istiyorum işi. Ama korkuyorum da, iş bulamamaktan, dibe gitmekten korkuyorum. Ama ertelemek de istemiyorum. Bir bahar geçti, yaz geçti. Ben bunların farkına varamadım.
Kendimi büyüme işine öyle kaptırdım ki, iş güç, kariyer derken kendimi öyle bir çevreledim ki, zamanın nasıl geçtiği unuttum. Yaşamam gereken şeyleri öyle erteledim ki. Daha fazla ertelemek istemiyorum. Bir karar vermem gerek. Hayatımı etkileyecek bir karar. Ya bu işte kalıp mutsuz olmaya hayatımı ertelemeye devam edeceğim, ya da işten ayrılıp yeni bir hayat için gerekli şeyleri yapacağım. Kendime zaman ayırıp, daha mutlu olmaya çalışacağım.

Bir karar vermem gerek sadece. Önümde ikiye ayrılan bir yol var. Sağdan gidebilirim ya da soldan. Sağdan gidersem daha mutsuz olabilirim, soldan gidersem karşıma karanlıklar çıkabilir. Ama er ya da geç bu karanlıklarla yüzleşmek zorundayım. Korkularımla yüzleşmeliyim. Kendi şeytanlarımla yüzleşmeliyim ki onları alt edebileyim. Kendimi kanıtlayabileyim.

Bir yol. Bir karar. Bir hayat. Her şey buna bağlı.

GÜNEŞ YAĞI

Bu yaz tatile gitmediğimden ve de tuhaf bir yaz geçirdiğimden olacak, burnuma sürekli olarak güneş yağı kokusu geliyor. Sabah dolmuşta yanıma süslü kadınlar oturuyor, güneş yağı kokusu. Vapura biniyorum koku beni takip ediyor. İşe geliyorum koku hala burnumda. Öğlen tatili, alışveriş merkezi süslü kadınlarda gene aynı koku. Güneş yağı ile karışık deniz kokusu. Ya ben muntazaman deliriyorum, ya da bir güneş yağı modası başladı.

Geçen sabah dolmuşta yanımdaki süslü kadından öyle bir koku geliyordu ki, bir an için kendimi Malibu sahillerinde, elimde meyve kokteylim, gözümde güneş gözlüklerimle hayal ettim. Sanırım deliriyorum.
Bu sabah burnumun ucuna güneş yağı sürdüm. Güneş yağının o muazzam kokusu, depresyonu, biçareliği, hırçınlığı aldı götürdü. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamadım, olmak da istemedim. Sanırım birkaç gün daha burnumun ucuna güneş yağı sürsem bu iş tamam olacak.

BİR BEŞ DAKİKA DAHA UYUYAYIM ANNE NE OLUR

Bu sabah zor kalktım. Yataktan çıkıp, giyinip işe gitmek istemedim. Bir beş dakika daha uyuyayım derken o beş dakika oldu gene onbeş dakika. İşte bütün gün boş boş oturduğum için, gitmesem bile fark etmeyecek aslında. Ama gene de gitmem gerek sevimsiz işe. Sevimsiz diyorum çünkü gerçekten çok sevimsiz bir yer. Üç metreden egosunun kokusunu alabileceğiniz bir patronum, birbirleriyle bebek gibi konuşan evli bir çift var. Bazen yanlarındayken “Korkuyorum anne” diye bağırmak geliyor içimden. Zor bir şekilde yataktan kalktım, yüzümü yıkadım. Dolabımın önüne geçtim. Anlamsızca eteklere, tshirlere baktım. Ne giysem. İçimden giyinmek de gelmiyor. Ne zor şeymiş insanın sevmediği bir işte çalışması.

İstanbul sıcak, ev tatsız, iş sevimsiz. Ben yalnızları oynuyorum. Asiye ile iki ayı aşkın bir süredir konuşmuyoruz. Bir daha konuşur muyuz bilmiyorum. Ben üstüme düşeni yaptım. İnsanın yalnız olması değişik bir duyguymuş. Buna da alışılır elbet. İnsan neye alışmıyor ki.

Öğlen tatilinde yalnız başıma gittim yemeğe. Ötekilerle beraber takılıp, ilkokul üç esprilerine maruz kalmak istemiyorum. “Ne kadar az yiyorsun, nasıl bu kadar zayıfsın” bunun gibi sorulardan uzak kalmak istiyorum. “Size ne ayol, size mi kaldı” diye bağırmak geliyor içimden. Fark ettim de bu aralar bağırmak istiyorum. Yapım gereği hırçın biri olmadım ben hiç. Hırçınlık nedir bilmem. Ama bu aralar bir haykırış, bir çığrış, bir ciyaklama hali seziyorum kendimde. Hayırlara vesile olsun, ne diyelim.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Marcel Proust

1871 yılının Temmuz Ayı'nın 10. günü, iyileştirme sanatının çok ciddiye alındığı bir ailede dünyaya geldi Marcel Proust. Otoriter bir görünüşe sahip olan, 19. yüzyıl fizyonomisine sahip, sakallı babası Adrien Proust uluslararası üne sahip bir doktordu. Marcel babasının yanında kendini değersiz hissetmiş, kendini onun başarılılarla dolu yaşamındaki tek bela olarak değerlendirmiştir. 19. yüzyılın burjuva ailelerinden birinde yaşayan Marcel, aile üyelerince normal diye nitelenebilecek bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. Marcel'in ilgi duyduğu tek şey edebiyattı fakat yazmaya pek istekli görünmüyordu. İyi bir oğuldu, bu nedenle ilk önce ailesinin onayladığı bir meslek edinmeye çalıştı. Bir hukuk müşavirinin yanında iki hafta zor dayanabildi. Paris'ten ve annesinden ayrılma fikri pek hoşuna gitmediğinden diplomat olmaktan da vazgeçti. 22 yaşında henüz mesleğine karar verememiş Proust endişeliydi. Avukat olamazdı, doktor da, rahip de, geriye ne kalıyor diye soruyordu kendine.
Kütüphaneci olabilirim diyerek, bir kütüphaneye başvurdu ve işe kabul edildi. Aradığı burada bulması mümkündü ama kütüphanenin tozlu ortamı Proust'un ciğerlerine iyi gelmemişti. Hastalık izinleri almaya başladı. İşe pek sık gitmiyordu. Hastalık için fazla izin almasından dolayı ve de işe fazla uğramamasından dolayı 5 yıl sonra kütüphanedeki işine son verildi. Marcel'in hiçbir zaman doğru düzgün bir mesleği olmadı. Marcel edebiyatla uğraşıyor ve bundan bir kazanç elde etmeyi beklemiyordu bu nedenle de yaşamının sonuna kadar ailesinin parasıyla geçindi. 1908 yılında yedi ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde'yi yazmaya başladı. Bir milyon ikiyüz elli bin sözcükten oluşan Kayıp Zamanın İzinde, sıcak çaya batırılan bir parça madlenle zaman içinde çıkılan bir yolculuğu anlatır.

Hayatı boyunca doğru düzgün bir mesleği olmayan, flört sorunları, aşkta kararsızlıklar yaşayan, astım krizleriyle başı belada olan, günde bir öğünden fazla yiyemeyen, çoğu zaman sindirim sorunu olan, annesine karşı farklı bir bağlılığı olan, uykuya dalmadan önce özel bir iğneyle külodunu iğnelemek gibi tuhaf takıntıları olan, sabun, krem ya da kolonya kullanamayan, farelerden ödü patlayan, her zaman üşüyen, yüksekliğe karşı aşırı duyarlılığı olan, öksürük krizleri yaşayan, yolculuklara tahammül edemeyen, günün büyük bir bölümünü yatakta geçiren, gürültüye tahammül edemeyen, etrafında ona inanmayan arkadaşları olan biriydi Marcel.

ARA BENİ ARA YAR ARASIRA ARA YAR

Neden, neden çalmıyor lanet telefon. Neden aramıyor ki, insafsız. Her şey güzeldi de birden bire ne oldu böyle. Bilemiyorum. Hiç bilemiyorum. Neden aramadığını, neden istenmediğimi, hiçbir şeyi bilmiyorum. Ne istediğimi de bilmiyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum. Sanırım ihtiyacım olan şey tatil, deniz, kum, güneş. Mütemadiyen güneş yağı kokusu geliyor burnuma. Ya insanlar denizden çıkmış geziyor ya da ben deniz hasretinden deliriyorum. Temmuz ayı, cehennem sıcağı, İstanbul karmaşası. Lanet iş. Bitmek bilmeyen iş. Yeni bir işim var evet. Yeni ve de ruhsuz bir iş. Bütün gün bilgisayar karşısında mal mal oturduğum bir iş. Tuhafiyede staj yapan tembel öğrenci gibi hissediyorum kendimi. Çok az para kazanıyorum. İşimi sevmiyorum ve de denize girmek istiyorum. Ayrıca İstanbul çok sıcak. Afrika sıcakları diyorlar bu sıcaklara. Bence cehennem sıcakları. Hepimiz yanacağız diye bağırmak geliyor bazen içimden. Deli sanacaklar diye korkuyorum bağırmıyorum. Deli miyim acaba. Düdük Serkan da aramadı zaten. Neden diye soruyorum. Neden hep dengesizleri buluyorum. Anladım ben anladım. Dengesiz paratoneriyim ben. Çekiyorum. Bir totoşları çekiyorum, iki delileri, üç dengesizleri. Kan çekiyor işte.

İnsan telefonunun karşısında, telefon çalsın yahu, bir şahıs da beni arasın diye hayıflanmaya başladıysa durum ciddi demektir. Telefonun şarjı beş gün gider mi yahu. Bir insanın telefonu hiç mi çalmaz. Arayan olursa annemdir, mesajsa Turkcell’dir. Bu mu yani. Çok yalnızım be Atam. Çok.

Ara be Serkan. Ara haydi aaa.

BETERİN BETERİ

Daha kötüsü olamaz, yok artık dediğimiz zamanlarda hep daha kötüsü olur. Bozulan ev düzeninden sonra, acaba daha kötü ne olabilir diye beklerken, Cuma sabahı işteyken gelen telefonla irkildim. Arayan patronumdu ve beni odasına çağırıyordu. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya harika bir iş çıkardım, zam yapacak, ya da kovuldum. Ne yazık ki kovulmuştum. Her zamanki şansızlığımla baş başa idim. Her şeyin iyi gittiğini düşünürken bir kez daha yanılmış ve bir tokat daha yemiştim hayattan. Ama bu işler hep böyledir. Her şeyin iyi gittiğini düşünürsünüz, işiniz güzeldir, aşık olduğunuz insanla aranız iyidir, ailenizle aranız hiç olmamış kadar iyidir, çevrenizde sizi seven arkadaşlarınız vardır, girdiğiniz ortamlarda ilgi odağı olur, ortamın neşe pınarı olursunuz ama sonra, sonra birden bire pat. Her şey ama her şey değişir. Hem de bir saniyede. Benim için de öyle olmuştu. Perşembe günü babama telefon etmiştim, morali bozuktu, bir saat telefonda duygu sömürüsü yapıp beni salya sümük ağlattıktan sonra Cuma sabahı moralsiz bir şekilde işe gittim. Gittiğim yarım saat bile olmamışken zır telefon. Patron. Odama bekliyorum. Oldu ben de tostumu yedim bekliyorum. Demek isterdim tabi diyemedim. Gittim yanına. Her şeyin iyi olduğunu fakat “Senior” yazar alacaklarını bu yüzden beni işten çıkardıklarını söyledi. Hayatımda en sevdiğim şeylerden biri böylelikle elimden alınmış oldu. İşten çıkarılmam bir Cuma günü gerçekleşti. Yani hafta sonu. Var bu hafta sonlarında bir olay ben hep diyorum. Ha bitmedi. Biter mi? Asla. Cumartesi günü babamla buluştuk. Her zamanki cumartesi. Tipik baba kavgası. Baba söylenmeleri. İşe yaramayan insan güruhu olduğumuz söylendi. Yüzümüz bir karış, eve vardık. Evde kavga kıyamet Manik depresif krizleri. Asarım, keserim, satarım, çıkarım, giderimler. Evi satacağımlar, size zırnık koklatmayacağımlar. Hay evinde senin olsun, sen de mutlu ol. Ağlama krizleri, bağırışlar, bıçağın soğuk hissini bileklerimde hissettim tekrar. Ama gene yapamadım.

Korkağım ben biraz galiba. Kessem ne olur ki? Ya da kesmesem. Bilmiyorum. Tek bildiğim şey var, o da hiçbir şey bilmediğim. Ne yapacağımı, ne olacağını bilmiyorum. Akışa filan bırakmıyorum. Hani akışa bırak, eğlen derler ya, nerede ben de o akışa bırakmak. Benim hayatım hep akışta zaten. Yarın adamı teki çıkıp gelse, hadi yavrum asmaya götürüyoruz seni dese, söyleyecek sözüm olmaz, şaşırmam. Çünkü hayatımın saçmalığına alıştım. İşsizliğime gelince; asıl o konuda ne yapacağımı bilmiyorum. İşimi sevmemin esas nedenlerinden biri evden bütün gün uzak olmamdı. Hemen bir iş gerek bana. Evden uzak kalmam. Manik krizlerinde annemin yanında bulunmama gerek. Çünkü onu öyle gördüğüm anda, kafasına bir şeyler atıp öldürmek geliyor içimden. Bazen de, gidip boğazını kesmek geliyor içimden. Ama bir şey yapamıyorum. Çaresiz bir şekilde oturuyorum.

Berbat olan hayatım daha da berbatlaşıyor. Beterin beteri bu olmalı. Ama yok yok. Bir eksik var. Hastalandım mı bu iş tamamdır. Lanet zinciri tamamlanmıştır. Şimdi bu hafta sonu olanları şöyle bir sayalım; babam’ın kötü olan işleri daha da bozuldu, iki saat nasihat ve duygu sömürüsü dinledim, işden çıkarıldım, işsizim, babam cumartesi günü ki hafta sonu kelimenin anlamıyla ağzımıza sıçtı, annem da sıçtı, sonra sonra hımm. Sanırım bu kadar. Ah pardon Asiye’yle konuşmuyorum. Gerçek arkadaşım olmadığını biliyordum ama bu hafta daha da belli etti. Sanırım bir hafta sonunda başıma gelebilecekler bunlar. Merakla gelecek hafta sonunda beni ne lanetler bekliyor onu merak ediyorum. Lanetliyim, lanetlisin, lanetli…

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Hafta Sonlarından NEFRET Ederim.

Hafta sonlarını hiç sevmiyordum. Evde olduğum ve yalnızlığımın aklıma geldiği hafta sonlarından ise nefret ediyordum. İşimin olmadığı zamanlarda hafta sonları ne yaptığımı düşünmeye çalıştım ama bulamadım. Yan taraftaki komşunun evi büyük gürültüyle yıkılırken duvara inen her bir darbe kafama iniyor gibiydi. Evin duvarlarıyla ruhum da sallanıyordu sanki. 25 yaşındaydım, yalnızdım ve hafta sonlarından nefret ediyordum. 1950’lerde yapılmış 2 katlı bahçe içinde eski ama yeniden restore edilmiş ve 3. bir kat ilave edilerek teras ve çatı katı eklenmiş, 5 odalı, bahçeli bir evde oturuyordum.

‘Ne yapsam’ diye dolanırken buldum kendimi. Kitabımı bitirmiş, bir gofret yemiş, babamla buluşmuştum bile. Dışarı çıkarsam ne yapabilirim ki diye sordum kendi kendime. ‘Neden hafta sonları da iş olmuyor ki sanki böylece can sıkıntım da azalır’.

İşimi seviyordum. Onca zorluklarla bulduğum içindi belki ama işimde çok mutluydum. Her sabah büyük bir neşeyle yataktan kalkıyor, günün geri kalan kısmını neşe içinde geçiriyordum. İşimde vakit harcamayı seviyordum, yapacak bir işim olmasa bile bilgisayar karşısında oturup düşünüyormuş gibi yapmayı seviyordum. Hafta sonlarını ise sevmiyordum. Gençken ne yapardım hafta sonlarında. Kalabalık, gürültücü kız arkadaşlarımla gençlerin buluşup birbirlerini kestikleri ve caka sattıkları yerlere gider, kafelerde takılır, akşam giyinmiş, süslenmiş bir şekilde gece eğlencesine giderdim büyük ihtimal. Ama tüm bunlar, eskide kaldı. Artık o arkadaşlarımla görüşmüyorum. Bu kadar yalnız kalacağımı bilseydim acaba görüşmeyi keser miydim bilmiyorum açıkçası. Hayatımda yalnız olduğum dönemler oldu ama bu kadar olduğunu hatırlamıyordum. Hafta sonları neden iş olmadığı için söylenip duruyor, pazartesinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Belki de beni hayata bağlayan tek şey işti. Bundan çok uzağa değil, 3 ay öncesine dönmeye çalıştım. İşimin olmadığı, aylaklık yaptığım zamanlara gitmeye çalıştım ama o zamanlar hafta sonunda ne yaptığımı hatırlayamadım.

Belki dışarı çıkarım. Babam dışarı çıkmam gerektiğini söylüyor. Arada sırada sokağa çıkmak temiz hava almak faydalı olur diyor ama evden çıkmak istemiyorum. Evden çıkınca da eve geri dönmek istemiyorum. Belki kalabalık, gürültülü alışveriş merkezlerinden birine gidip hamburger ve patates kızartması yer, ardından bir filme girerim. Belki sonra bir kitap alırım kendime. Ya da Kadıköy’ e gider, akşam evde seyretmek için birkaç film alabilirim. Bilemiyorum. Düşünmem gerek.

Ben aslında o kadar da yalnız biri değilim. Elbette benim de arkadaşlarım var-dı. Üniversitede okurken hafta sonları da dâhil olmak üzere haftanın her gününü hatta her anımı birlikte geçirdiğim 7 kişiden oluşan, bazen artan gürültücü, kalabalık birbirlerinden habersiz hareket etmeyen, giyecekleri kıyafetleri bile birbirilerine soran kızlardan oluşan bir grup. Üniversite arkadaşları. Onlardan nasıl ve hangi sebeple koptuğumu bilmiyorum bile. Hatırladığım bazı şeyler var tabi ki ama onlarda kopuk kopuk. Gönül adında birinin gruba eklenip aklıma girdiği sonra da onlardan yavaş yavaş kopmam aklıma gelen 1. sebep, bir diğeri de gruptaki Gamze’nin gruptaki en yakın arkadaşım Asiye’ye karşı suçlamaları, grubun Asiye’yi dışlaması, bunun sonucunda benim de protesto edip grupla konuşmamam. Bunlardan ikisi de olabilir. Ama belki bunlar bahane de olabilir. Asıl neden benim onlardan sıkıldığım ve değişik bir şeyler yapma isteğim de olabilir. Bilmiyorum. Unuttum, üzerinden çok uzun zaman geçti.
25 yaşındayım, gerçekten arkadaşım diyebileceğim bir arkadaşım yok, saçma insanlara aşık oluyorum ve birazdan evin tavanı üzerime düşecek gibi hissediyorum.

Evde 2 kedi var. Ön bahçede 4, arka bahçede 5. Belki ön bahçede 5, arka bahçede 4’dür. Her neyse bu evin kedili ev olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biz eve henüz yeni taşınmışken, yan komşumuz- daha önce yıkılmış olan taraf, şu an diğer yan komşunun evi yıkılıyor- kedi ve köpek beslerdi. Evde öyle çok kedi vardı ki, bir odayı kediler için özel tahsis etmişlerdi. Camları açılmayan büyük kedili bir ev. Camlar açıldığı zaman dışarı yayılan koku, insanın unutamayacağı türde bir kokuydu. Bizdeki kedi merakı böyle başladı. Sonra o yan komşu taşındı, evini başka biri satın aldı. Ev yıkıldı, yerine daha büyük bir ev inşa edildi. Yeni insanlar taşındı. Kedisiz yeni komşular. Ama kedili ev biz olduk. 11 kedi. Kedici Muammer Amca gibi olmuştu annem.

Kedici Muammer Amca’yla biz sokağa taşındığımızın 3. günü tanışmıştım. Yalnız başına yaşayan, hayatı boyunca evlenmemiş bekar, yaşlı, kedileri olan bir adamdı. Geceleri eve genellikle 23.00 gibi gelir, sokağın başında belirip uzun gölgesi yola vururdu. Kedici Muammer’in kedileri, o sokağa gelmeden metrelerce önce kokusunu alır, onun eve gelmesine yakın, yavaş yavaş, birer ikişer sokağın başına gidip onu ve elinde sallayarak geldiği ciğer dolu poşetini beklerlerdi.

Anneannem, Kedici Muammer’in o evde yalnız ölürse, kedilerin Muammer’in ölü bedenini yiyebileceğinden bahseder dururdu. Küçüktüm, kedilerin ölü bir adamı yerlerken görüntülerini gözümün önünde canlandırır, korkardım. Bazen Kedici Muammer’in bahçesine gider, bahçesine yavrulamış yabani kedileri sever, Muammer’in aralık duran, hiçbir zaman kapanmayan paslı, kirli demir mutfak kapısından evden gelen kokuyu duyardım. Yan komşunun eviyle aynı koku. Yıllar geçti. Kedici Muammer, Kadıköy’de bir otele yerleşti. Evi yıkıldı. Yerine biçimsiz, çirkin bir beton yığını yapıldı. Bahçesindeki yabani kedi yavruları izini kaybettirdi, dallarına abanıp deliler gibi erik topladığım erik ağacı kesildi, mutfak kapısından sızan kedi kokusu atmosfere karıştı. Yıllar sonra Kadıköy Çarşısında gördüm Kedici Muammer’i. Elinde torbası, üzerinde balıksırtı ceketi, kafasında kasketi, ve yanında kuyruğu kesik, tek gözlü kedisiyle.

Kedici Muammer’i, eski kedi kokulu evini, erik ağacını hatırlamak hafta sonundan nefret etme gerçeğini değiştirmez. Hala hafta sonlarından nefret ediyorum. Küçükken hafta sonlarını sabırsızlıkla bekler, cuma gelince deli gibi sevinirdim. Cumartesinin planlarını pazartesi gününden yapmaya başlardım. Büyüyünce değişeceğini söyleselerdi asla inanmazdım.

Camel rengi çantası ve botlarıyla içeri giren annem, bu güzel havada evde ne yaptığımı sordu az önce. ‘Dışarı çıkıp, arkadaşlarımla gezmeliymişim’ Bunu en az senin kadar ben de biliyorum çok sevgili anneciğim ama gel gelelim, dışarı çıkmak istemiyorum. Hafta sonu ne yapacağımı bile bilmiyorum. Kiminle dışarı çıkacağımı bırak daha ne yapmam gerektiğini bile bulamadım. Keşke festival olsaydı. Film, müzik ya da tiyatro. Ne festivali olduğu önemli değil. Yeter ki festival olsun. Festivalleri oldum olası severim. Her yıl büyük bir coşkuyla beklerim festivalin gelmesini. Festival programı açıklanır açıklanmaz, o yıl gideceğim filmleri seçer, bilet satışlarının başlayacağı günü sabırsız bir şekilde beklemeye başlarım. 10 bilet, 20 bilet. Deli gibi film seyrederim. Günde 2 film bazen 3 film. Avrupa filmleri, Amerikan bağımsız sineması, Fransız yeni dalgası, İtalyan yeni gerçekçiliği, İngiliz bağımsız sineması, Rus sineması, Bollywood sineması, bir biri ardına binlerce kare, binlerce görüntü, değişik fotoğraflar, tuhaf karakterler, öyküler. Hiç bıkıp usanmadan film seyreder, her seyrettiğim filmde anlatılan hikâyeden bir şeyler bulurum kendimde. Bunu neden ben daha önce düşünmedim, neden benim aklıma gelmedi diye sorarım, değişik hikâyeler izledikçe. Keşke festival olsaydı. O zaman canımı sıkıntısı biraz da olsa hafifler, hafta sonu ne yaptın dediklerinde festivale gittim derdim.

Saat 16.38 dışarı çıkıp, çıkmama konusunda kararsızım. Kimseyi aramadım, Arayacak pek kimsem yok gerçi ama laf da olsa bile eskiden hafta sonu planı yapmak için mutlaka Asiye’yle günde 3 kere konuşurdum. Ama şimdi konuşmak istemiyorum. Sonsuz bir depresyona doğru ilerlediğimi hissediyorum ama tuhaf bir şekilde kendime mutsuz hissetmiyorum. Boşlukta sallanmak istiyorum uzun süre. Salıncağa binip, başı dönen çocuk gibi hissediyorum kendimi. Salıncaktan hiç inmeyeyim. ‘Biraz daha sallanmak istiyorum anne, lütfen biraz daha’ .

Güneşli güzel bir havada, mavi dalgasız bir denizde beyaz bir teknede, bembeyaz elbisemle güvertede oturduğumu, teknenin suları yara yara ilerlemesini seyrettiğini, motorun yapmış olduğu minik dalgaların sıcak havada yüzüme sıçradığını hayal ediyorum. Hafif bir rüzgâr esiyor, beyaz elbisemin etekleri havalanıyor, hafif meşrep bir görüntü ama masum. Kıkırdıyorum hafifçe. Tekneyi baştan aşağı beyaz giyinmiş, yakışıklı, çapkın gülüşlü bir kaptan kullanıyor. Kaptan mı denir bilmiyorum, hayal bu ama. Kaptan demeye devam ediyorum. Çift gamzeli, gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış. Her iki kolunda da dirseğine kadar dövmesi var. Denizci ya, gittiği seferlerde yaptırmış. Hafif bronzlaşmış, tatlı bir esmerlik var. Telefonum çalıyor. Hayal dünyasından gerçek hayata dönüş. Serkan arıyor. Bu aralar, aramız iyi. Her gün mutlaka konuşuyoruz. Hala inatla Yunanistan’da olduğunu söylüyor. İnansam mı acaba. Plajı temizliyormuş, amelelik yaptığını anlatıyor, sesi iyi ama biraz da tuhaf. Bu ses tonunu iyi biliyorum. Sıkılmış, biraz da sinirli. Bana değil ama yaptığı işe. Evde misin diyor, çıksana sokağa, arasana Asiye’yi. Aramak istemiyorum Asiye’yi. Asiye kıçını gezdirsin, arkadaşını aramasın. Kızgınım ona. Küskünüm inceden. Görüşelim diyorum, konuşuruz diyor sürekli. En sonunda dayanamayıp telefon açıyorum, derdin nedir diyorum, delirdin diyor bana, derdim yok, üstüme gelme. Aramak istemiyorum Asiye’yi. Küserse küssün, çok da umurumda. Ne var yani arkadaşım olmazsa. Napolyon da yalnızmış. Kendimi mi kandırıyorum acaba. Bana ne, kandırmak istiyorum kendimi, aramak istemiyorum. Yeter sıkıldım. Asiye arasın birazda. Serkan’ı özledim ben. Az önce konuştuk daha. Acaba mesaj atar mı bana, keşke atsa. O mesaj atınca öyle seviniyorum ki. Keşke burada olsa.


Saat 17.00. Hala evdeyim, ne yapacağımı bilmiyorum. Giydiğim balenli sutyen, iğrenç kaşındırıyor. Çıkarıp atmak istiyorum. 70’lerdeki sutyen harekâtı gibi, sutyensiz gezmek istiyorum. Yer çekiminden korkuyorum ama. Ya sarkarlarsa, keçimemesi gibi olurlarsa..

Dışarı çıksam mı acaba, sabahtan beri pek bir şey yemedim. Yemek yemem gerek. Akşam geç geleceğiz diyor annem kapıdan çıkarken, gece dışarı çıkacak mısın, neden hala evdesin diye soruyor. Arka arkaya kaç tane soru sorabilir acaba. Ablamın bitmek bilmeyen sorularının nereden geldiğini anladım işte. Annemden almış bu özelliğini.

Yanımızdaki ev büyük gürültüyle yıkılmaya devam ediyor. Balyoz darbeleri kafama kafama iniyor sanki. Neden hala evdeyim. Yalnız olduğum hafta sonları eski arkadaşlarımı düşünüyorum. 10 yıl öncesine gitmeye çalışıyorum. Gidemiyorum, kalıyorum.

Pamuk kız, tavana gözlerini dikmiş bakıyor. Bu gürültü de nereden geliyor gibisinden. Merak etme kızım, o darbeler benim kafama iniyor. Ruhuma. Daha önce kalplerini kırdığım insanlar için geliyor. ‘Sıradaki şarkıyı Almanya’dan arayan Mustafa için çalıyoruz’

SEN UYURKEN

Ben daha çocukken ileride ne olacağımı, nerede olacağımı, kiminle olacağımı düşünürdüm. Hayal ederdim. Şikâyet ettiğimi sanma. Benim bir kedim var, bir dairem var, uzaktan kumandanın kontrolü benim elimde ki bu en önemlisi… Sadece benimle birlikte gülebileceğim kimsem yok.
İlk görüşte aşka inanır mısın? Eminim inanmazsın. Bunun için çok mantıklısın.
Ya da daha önce hiç birini görüp, onu tanıyıp, seni daha yakından tanıdığı zaman, tabii burada gerçekten birbirini tanımak çok önemli, iyi anlaşabileceğinizi ve birlikte yaşlanmak isteyebileceğinizi fark ettiğin oldu mu hiç?
Hiç konuşmadığın birine âşık oldun mu?
Hiç komadaki biriyle konuşacak kadar yalnız kaldın mı?

2 Ağustos 2007 Perşembe

Elde Makas Koşmak

"Hiç hak etmeyen birini sevmek. Çünkü tek sahip olduğunuz odur. Çünkü herhangi bir ilgi, hiç ilgi olmamasından iyidir. Bir yerini kesip kanatmak bazen, tamamen aynı sebepten dolayı tatmin edicidir. Hani şu, sabah sekiz ile gece yarısı arasında hiçbir farkın olmadığı, hiçbir şeyin olmamış ve olmayacak olduğu, lavaboda yıkadığınız bardağın kazayla kırılıp derinizi deldiği gri günlerdeki gibi. İşte o anda günün en canlı şeyi olarak sarsıcı kırmızısıyla, öylesine titreyerek kendi kanınız gelir. Bunu bazen sorun etmezsiniz, çünkü en azından hayatta olduğunuzu anlarsınız"


"Ara sıra bir şeyin peşindeymişiz gibi gelmiyor mu? Daha büyük bir şey. Bilmiyorum, sanki sadece ikimizin görebileceği bir şey. Sanki koşuyoruz da koşuyoruz?"
"Evet" dedim. Gerçekten koşuyoruz. Elimizde makas koşuyoruz hem de"

Alkolik bir baba, şiir yazma tutkusuyla yanıp tutuşan manik depresif bir anne, birbirinden tuhaf tiplerle dolu bir aile, akıl hastası bir eşcinselle cinsellik keşfi ve tüm bunların arasında sıkışmış kalmış bir çocuk; Augusten Burroughs.

31 Temmuz 2007 Salı

Kayboluş

Ortadan kaybolmalar olur...
Ağrılar birer hayale dönüşür...
Kan akmayı bırakır...
Ve insanlar, insanlar yavaş yavaş yok olur...
Söylemem gereken çok şey var, çok daha fazla şey...

Fakat ortadan kayboldum...

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Tuhafiye Stajı

Hiç iş yapmayan, bütün gün oturan tuhaf eşyalar satan yerler vardır hani, incik boncuk, mukavva, iplik filan satarlar, o dükkanlardan birinde çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Tuhaf, bütün gün hiç bir iş yapmadan oturup, çengel bulmaca, sarmal bulmaca çözülen bir dükkanda yaz sıcağında bir çile yün satmaya çalışıyor gibiyim. Dükkana uğrayan pek kimse yok. Eski model bir buzdolabının ve pis yapış yapış bir mutfak tezgahının bulunduğu küçük mutfağı ve gene aynı küçüklükte bir banyosu olan, kapıda boncuklar asılı olan, değişik şeylerin satıldığı bir dükkan. Bazen tuhaf teyzeler uğruyor dükkana, kendileri gibi tuhaf şeyler soruyorlar. Almadan da gidiyorlar. Tuhaf yaz, tuhaf iş, tuhaf edie. Umarım bu tuhaflık beni delirtmez. 'Nasıl Delirdim' diye bir kitap yazmak istemem çünkü.

Siyah Kupalar ve Kırmızı Sinekler

Her insan nankördür. Nankör olmadıklarını iddia edenler bile. Hayatımızda eksik olan, yolunda gitmeyen şeyler olduğunda bu nankörlük su yüzüne çıkar. Tek bir soru döner akıllarda: 'Neden'. Neden böyle olmuştur, neden bize olmuştur, neden, neden, neden. Sorup dururuz neden diye. Nankörlük yaparız. Bencillik yaparız. Sanki dünyadaki tek dert bizimkiymiş gibi. Mutlu olduğumuz zamanlarda bu böyle midir? Hayır. Mutlu olduğumuz zaman, umursamayız dünyayı. Gözümüz görmez hiç birşeyi. Umursamazlık, vurdumduymazlık. Yaşamın tek amacını mutluluk ya da mutsuzluk olarak görürüz, öyle anlamak isteriz. Aslında anlamayız amacının mutluluk ya da mutsuzluk vermek olmadığını.
Biz aklımızın görmeye şartlandığı şeyleri görürüz. Onları görmekten memnun olduğumuz için, farklı olanı görmek istemeyiz. Farklı birşeyler olduğunu anladığımızda da, görmemezlikten gelir, inanmamayı seçeriz. Bize göre bir iskambil kağıdı destesinde bütün sinekler siyah, bütün kupalar kırmızıdır. Siyah kupa, kırmızı sinek görünce algılarımız değişir, öyle olmadıklarını iddia eder, kanıtlamaya çalışırız. Görmek istediğimiz şeylere şartlanmışız. Hepimiz hem de. Görünen bazen göründüğünden farklıdır. Kupalar siyah, sinekler kırmızı olabilir. Gözlerimizin açık olması, bakıyor olmamız, görüyor olduğumuz anlamına gelmez. Görmek için istememiz gerek. İnanmamız gerek. Ben inanıyorum ki, yaşadığımız evrenden farklı bir evrende, sonsuz zamanda bütün istediklerimizin gerçekleştiği bir hayatımız daha var. Hiç birşey tesadüf değil. Olan bütün herşeyin bir nedeni var. Kaçınılmaz.

12 Temmuz 2007 Perşembe

Tuhaf Yaz

Bu sabah işe gelirken düşündüm. Tuhaf bir yaz yaşıyorum. Kendimi staj yapan üniversite öğrencisi gibi hissediyorum. Bu sıcak yaz gününde fazla sevmediğim bir yerde bütün günümü geçiriyorum. Halet-i ruhiyem ise enfes derecede nahoş vaziyette. Tatil istiyorum aslında ben. Deniz istiyorum. Her sabah ve akşam vapurla Üsküdar'a giderken denizin o şıpırtıları beni mahvediyor. Bütün bir kış boyunca yaz gelsin diye ağlarken, şimdi yazın tuhaf olduğunu düşünüyorum. Ya da tuhaf olanın yaz değil kendim olduğunu kabul etmemeye çalışıyorum ki aslında doğrusu bu. Tuhaf olan yaz değil, tuhaf olan benim.