25 Ekim 2007 Perşembe

Herşey Olabilir.

Bazen hayatımızdaki olaylar bizim kontrolümüzün dışında gelişmeye başlar. Biz olayların gidişatı üzerine bir plan yapmışızdır, planımızın tıkır tıkır işlediğini, herşeyin kontrol altında olduğunu, olayın gidişatının elimizde olduğunu düşünürken, birden olaylar bizim kontrolümüzün dışına çıkar, ipler elimizden kayar ve herşey değişir. Herşey değişir. Hayatımız inanılmaz derecede kötü giderken, birden bire değişebilir. Daha iyi bir yöne sapabilir, daha kötü bir yöne de sapabilir. Planlarınızın arasında yokken, hayatta yapmam dediğimiz şeyleri yapabilirsiniz. En yakın arkadaşınızla kendinizi tuhaf bir ilişkinin içinde bulabilisiniz, kardeşim dediğiniz arkadaşınızla sebepsiz yere konuşmayabilir, dünyanın en gereksiz, en yüzeysel ve en berbat insanına aşık olabilirsiniz. Hayat böyle birşeydir. Biz onu kontrol edebildiğimizi sansak bile aslında kontrol edemeyiz. Birden bire hiç hesapta yokken olur herşey. Aniden gelir. Bir gece ansızın gelebilirim der ve gelir. Uyarmadan gelir.

Yemek yemek için gittiğiniz o kafe'de birden bire aşık olabilirsiniz. Kardeşim dediğiniz asla yapmaz dediğiniz arkadaşınızdan Guiness Rekorlar Kitabına girebilecek büyüklükte bir kazık yiyebilir, kitaba adınızı yazdırabilirsiniz. Yolda yürürken başınıza metrelerce yüksekten paraşütü açılmamış biri düşebilir, ya da bir uçak tuvaletini siz yürürken üzerinize boşaltabilir. Sarhoş arkadaşınız yeni aldığınız cep telefonunuzun üzerine kusabilir. Herşey olabilir.

Yara İzlerinin Anlamları

Herkesin bir yara izi vardır. Vücudunun bilinmeyen yerlerinde, göremediğimiz yerlerde, gizli köşelerde kalmış, geçmişteki hikayelerine bağlı yara izleri vardır. Yaralarımızın çoğu iyileşir, kabuk tutar, deri kendini yeniler. Ama genelde bir iz kalır. En izi kalmayacak şeyler bile bizde bir iz taşır. Bazı yaralarımızı hayatımızın her anında bizimle birlikte taşırız. Taşımak istemesek de izler hep bizimledir. İstediğimiz kadar estetik yaptırsak da, dövmeyle kapatmaya çalışsak da, onlar biz bildiğimiz sürece, hafızamızı kaybetmediğimiz sürece bizimledir.

Eski Yaralarımızın Bize Öğrettikleri

Hangisi daha kötüdür, korkunç derecede acı veren yeni yaralaranız mı yoksa yıllar önce iyileştiğini düşündüğünüz ama aslında iyileşmemiş olan eski yaralarınız mı? Belki eski yaralarımız bize birşeyler öğretir. Bize bu günlere nasıl geldiğimizi, nelerin üstesinden geldiğimizi gösterir. Belki bu bakımdan eski yaralarımız iyidir bizim için. Bize gelecekte nelerden kaçınmamız gerektiği hakkında dersler verir. Biz böyle düşünürüz. Ama bu aslında böyle değildir. Kaçımız eski yaralarımızdan ders aldık, ütünün sıcak olduğunu bildiğimiz halde ellemedik mi, aşktan yaralar aldığımız halde bulaşmadık mı? Bazı şeyleri tekrar ve tekrar öğreniriz. Bu böyle olması gerektiği içindir.

23 Ekim 2007 Salı

AMA BEN DEĞİŞMEZSEM, BEN OLAMAM Kİ

Bu sabah ofiste kahvemi içerken, bilmediğim bir numara aradı beni. Başvurduğum yerlerden birinin olmasını dileyerek açtım telefonu. Karşımdaki ses Asiye’nin sesine benziyor ama o olmayabilir de. Evet, o. Bu onun sesi. İki hatta üç aydan sonra hiçbir şey olmamış gibi arıyor. Ne yapıyorsun, nasılsın. Tipik Asiye işte, görüşelim, özledim.
Hafta içi ararım deyip, telefonu kapatıyor. Yüzümde bir şaşkınlık ifadesi var. Masama döndüğüm zaman Özgür soruyor “ Hayırdır, kötü bir şey yok değil mi” ? Kötü değil de tuhaf bir şey var. Üç ay sebepsiz yere konuşmadıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi, sanki en son geçen gün konuşmuşuz gibi araması, randevu ayarlaması tuhaf.

Pazar sabahı gene telefon çalıyor. Asiye arıyor. Akşam buluşalım mı diye. Tamam diyorum buluşalım. Tuhaf ve sıkıntılı geçiriyorum günü. Ne konuşacağım ki. Çok uzun sayılmasa da uzun bir süre geçmiş. İnsan iki ayda değişir mi, değişir işte. Ben hiç aynı olamam ki. Değişmezsem ben olamam ki. Akşam oluyor, buluşuyoruz. Asiye aynı Asiye, değişmemiş. Değişmişsin diyor bana. Hareketlerin bile değişmiş, sigara içmen bile değişmiş. Değişmezsem ben, ben olamam ki diyorum, gülümsüyor. Görüşelim hep diyor bana. Mesaj geliyor o sırada telefonuma, Dıdıdıdıt. Görkem mesaj göndermiş. Asiye ileyim diyorum, gel beni kurtar bu işkenceden. Bekle diyor, geliyorum. Kısa bir süre sonra Görkem geliyor yanımıza, kurtarıcı edasıyla. Bir yarım saat sonra eve gitmem gerek diye ayrılıyorum Asiye’nin yanından Görkem ile beraber. Gene buluşuruz diyorum. Tuhaf dostum gerçekten tuhaf.

SERZENİŞ

“İstemiyorum yahu, istemiyorum. Daha fazla bu sıkıcı işte çalışmak istemiyorum. Anlamıyor musunuz? Mutsuzum ya.” Her zamanki serzenişlerimden biri daha. İnsanın sevmediği bir işte çalışması, gün sonunda “bu günü de atlattık” demesi ne kadar korkunç bir şey.

Daha fazla mutsuz olup, hem kendime hem de çevreme işkence etmek istemiyorum. Bırakmak istiyorum işi. Ama korkuyorum da, iş bulamamaktan, dibe gitmekten korkuyorum. Ama ertelemek de istemiyorum. Bir bahar geçti, yaz geçti. Ben bunların farkına varamadım.
Kendimi büyüme işine öyle kaptırdım ki, iş güç, kariyer derken kendimi öyle bir çevreledim ki, zamanın nasıl geçtiği unuttum. Yaşamam gereken şeyleri öyle erteledim ki. Daha fazla ertelemek istemiyorum. Bir karar vermem gerek. Hayatımı etkileyecek bir karar. Ya bu işte kalıp mutsuz olmaya hayatımı ertelemeye devam edeceğim, ya da işten ayrılıp yeni bir hayat için gerekli şeyleri yapacağım. Kendime zaman ayırıp, daha mutlu olmaya çalışacağım.

Bir karar vermem gerek sadece. Önümde ikiye ayrılan bir yol var. Sağdan gidebilirim ya da soldan. Sağdan gidersem daha mutsuz olabilirim, soldan gidersem karşıma karanlıklar çıkabilir. Ama er ya da geç bu karanlıklarla yüzleşmek zorundayım. Korkularımla yüzleşmeliyim. Kendi şeytanlarımla yüzleşmeliyim ki onları alt edebileyim. Kendimi kanıtlayabileyim.

Bir yol. Bir karar. Bir hayat. Her şey buna bağlı.

GÜNEŞ YAĞI

Bu yaz tatile gitmediğimden ve de tuhaf bir yaz geçirdiğimden olacak, burnuma sürekli olarak güneş yağı kokusu geliyor. Sabah dolmuşta yanıma süslü kadınlar oturuyor, güneş yağı kokusu. Vapura biniyorum koku beni takip ediyor. İşe geliyorum koku hala burnumda. Öğlen tatili, alışveriş merkezi süslü kadınlarda gene aynı koku. Güneş yağı ile karışık deniz kokusu. Ya ben muntazaman deliriyorum, ya da bir güneş yağı modası başladı.

Geçen sabah dolmuşta yanımdaki süslü kadından öyle bir koku geliyordu ki, bir an için kendimi Malibu sahillerinde, elimde meyve kokteylim, gözümde güneş gözlüklerimle hayal ettim. Sanırım deliriyorum.
Bu sabah burnumun ucuna güneş yağı sürdüm. Güneş yağının o muazzam kokusu, depresyonu, biçareliği, hırçınlığı aldı götürdü. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamadım, olmak da istemedim. Sanırım birkaç gün daha burnumun ucuna güneş yağı sürsem bu iş tamam olacak.

BİR BEŞ DAKİKA DAHA UYUYAYIM ANNE NE OLUR

Bu sabah zor kalktım. Yataktan çıkıp, giyinip işe gitmek istemedim. Bir beş dakika daha uyuyayım derken o beş dakika oldu gene onbeş dakika. İşte bütün gün boş boş oturduğum için, gitmesem bile fark etmeyecek aslında. Ama gene de gitmem gerek sevimsiz işe. Sevimsiz diyorum çünkü gerçekten çok sevimsiz bir yer. Üç metreden egosunun kokusunu alabileceğiniz bir patronum, birbirleriyle bebek gibi konuşan evli bir çift var. Bazen yanlarındayken “Korkuyorum anne” diye bağırmak geliyor içimden. Zor bir şekilde yataktan kalktım, yüzümü yıkadım. Dolabımın önüne geçtim. Anlamsızca eteklere, tshirlere baktım. Ne giysem. İçimden giyinmek de gelmiyor. Ne zor şeymiş insanın sevmediği bir işte çalışması.

İstanbul sıcak, ev tatsız, iş sevimsiz. Ben yalnızları oynuyorum. Asiye ile iki ayı aşkın bir süredir konuşmuyoruz. Bir daha konuşur muyuz bilmiyorum. Ben üstüme düşeni yaptım. İnsanın yalnız olması değişik bir duyguymuş. Buna da alışılır elbet. İnsan neye alışmıyor ki.

Öğlen tatilinde yalnız başıma gittim yemeğe. Ötekilerle beraber takılıp, ilkokul üç esprilerine maruz kalmak istemiyorum. “Ne kadar az yiyorsun, nasıl bu kadar zayıfsın” bunun gibi sorulardan uzak kalmak istiyorum. “Size ne ayol, size mi kaldı” diye bağırmak geliyor içimden. Fark ettim de bu aralar bağırmak istiyorum. Yapım gereği hırçın biri olmadım ben hiç. Hırçınlık nedir bilmem. Ama bu aralar bir haykırış, bir çığrış, bir ciyaklama hali seziyorum kendimde. Hayırlara vesile olsun, ne diyelim.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Marcel Proust

1871 yılının Temmuz Ayı'nın 10. günü, iyileştirme sanatının çok ciddiye alındığı bir ailede dünyaya geldi Marcel Proust. Otoriter bir görünüşe sahip olan, 19. yüzyıl fizyonomisine sahip, sakallı babası Adrien Proust uluslararası üne sahip bir doktordu. Marcel babasının yanında kendini değersiz hissetmiş, kendini onun başarılılarla dolu yaşamındaki tek bela olarak değerlendirmiştir. 19. yüzyılın burjuva ailelerinden birinde yaşayan Marcel, aile üyelerince normal diye nitelenebilecek bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. Marcel'in ilgi duyduğu tek şey edebiyattı fakat yazmaya pek istekli görünmüyordu. İyi bir oğuldu, bu nedenle ilk önce ailesinin onayladığı bir meslek edinmeye çalıştı. Bir hukuk müşavirinin yanında iki hafta zor dayanabildi. Paris'ten ve annesinden ayrılma fikri pek hoşuna gitmediğinden diplomat olmaktan da vazgeçti. 22 yaşında henüz mesleğine karar verememiş Proust endişeliydi. Avukat olamazdı, doktor da, rahip de, geriye ne kalıyor diye soruyordu kendine.
Kütüphaneci olabilirim diyerek, bir kütüphaneye başvurdu ve işe kabul edildi. Aradığı burada bulması mümkündü ama kütüphanenin tozlu ortamı Proust'un ciğerlerine iyi gelmemişti. Hastalık izinleri almaya başladı. İşe pek sık gitmiyordu. Hastalık için fazla izin almasından dolayı ve de işe fazla uğramamasından dolayı 5 yıl sonra kütüphanedeki işine son verildi. Marcel'in hiçbir zaman doğru düzgün bir mesleği olmadı. Marcel edebiyatla uğraşıyor ve bundan bir kazanç elde etmeyi beklemiyordu bu nedenle de yaşamının sonuna kadar ailesinin parasıyla geçindi. 1908 yılında yedi ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde'yi yazmaya başladı. Bir milyon ikiyüz elli bin sözcükten oluşan Kayıp Zamanın İzinde, sıcak çaya batırılan bir parça madlenle zaman içinde çıkılan bir yolculuğu anlatır.

Hayatı boyunca doğru düzgün bir mesleği olmayan, flört sorunları, aşkta kararsızlıklar yaşayan, astım krizleriyle başı belada olan, günde bir öğünden fazla yiyemeyen, çoğu zaman sindirim sorunu olan, annesine karşı farklı bir bağlılığı olan, uykuya dalmadan önce özel bir iğneyle külodunu iğnelemek gibi tuhaf takıntıları olan, sabun, krem ya da kolonya kullanamayan, farelerden ödü patlayan, her zaman üşüyen, yüksekliğe karşı aşırı duyarlılığı olan, öksürük krizleri yaşayan, yolculuklara tahammül edemeyen, günün büyük bir bölümünü yatakta geçiren, gürültüye tahammül edemeyen, etrafında ona inanmayan arkadaşları olan biriydi Marcel.

ARA BENİ ARA YAR ARASIRA ARA YAR

Neden, neden çalmıyor lanet telefon. Neden aramıyor ki, insafsız. Her şey güzeldi de birden bire ne oldu böyle. Bilemiyorum. Hiç bilemiyorum. Neden aramadığını, neden istenmediğimi, hiçbir şeyi bilmiyorum. Ne istediğimi de bilmiyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum. Sanırım ihtiyacım olan şey tatil, deniz, kum, güneş. Mütemadiyen güneş yağı kokusu geliyor burnuma. Ya insanlar denizden çıkmış geziyor ya da ben deniz hasretinden deliriyorum. Temmuz ayı, cehennem sıcağı, İstanbul karmaşası. Lanet iş. Bitmek bilmeyen iş. Yeni bir işim var evet. Yeni ve de ruhsuz bir iş. Bütün gün bilgisayar karşısında mal mal oturduğum bir iş. Tuhafiyede staj yapan tembel öğrenci gibi hissediyorum kendimi. Çok az para kazanıyorum. İşimi sevmiyorum ve de denize girmek istiyorum. Ayrıca İstanbul çok sıcak. Afrika sıcakları diyorlar bu sıcaklara. Bence cehennem sıcakları. Hepimiz yanacağız diye bağırmak geliyor bazen içimden. Deli sanacaklar diye korkuyorum bağırmıyorum. Deli miyim acaba. Düdük Serkan da aramadı zaten. Neden diye soruyorum. Neden hep dengesizleri buluyorum. Anladım ben anladım. Dengesiz paratoneriyim ben. Çekiyorum. Bir totoşları çekiyorum, iki delileri, üç dengesizleri. Kan çekiyor işte.

İnsan telefonunun karşısında, telefon çalsın yahu, bir şahıs da beni arasın diye hayıflanmaya başladıysa durum ciddi demektir. Telefonun şarjı beş gün gider mi yahu. Bir insanın telefonu hiç mi çalmaz. Arayan olursa annemdir, mesajsa Turkcell’dir. Bu mu yani. Çok yalnızım be Atam. Çok.

Ara be Serkan. Ara haydi aaa.

BETERİN BETERİ

Daha kötüsü olamaz, yok artık dediğimiz zamanlarda hep daha kötüsü olur. Bozulan ev düzeninden sonra, acaba daha kötü ne olabilir diye beklerken, Cuma sabahı işteyken gelen telefonla irkildim. Arayan patronumdu ve beni odasına çağırıyordu. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya harika bir iş çıkardım, zam yapacak, ya da kovuldum. Ne yazık ki kovulmuştum. Her zamanki şansızlığımla baş başa idim. Her şeyin iyi gittiğini düşünürken bir kez daha yanılmış ve bir tokat daha yemiştim hayattan. Ama bu işler hep böyledir. Her şeyin iyi gittiğini düşünürsünüz, işiniz güzeldir, aşık olduğunuz insanla aranız iyidir, ailenizle aranız hiç olmamış kadar iyidir, çevrenizde sizi seven arkadaşlarınız vardır, girdiğiniz ortamlarda ilgi odağı olur, ortamın neşe pınarı olursunuz ama sonra, sonra birden bire pat. Her şey ama her şey değişir. Hem de bir saniyede. Benim için de öyle olmuştu. Perşembe günü babama telefon etmiştim, morali bozuktu, bir saat telefonda duygu sömürüsü yapıp beni salya sümük ağlattıktan sonra Cuma sabahı moralsiz bir şekilde işe gittim. Gittiğim yarım saat bile olmamışken zır telefon. Patron. Odama bekliyorum. Oldu ben de tostumu yedim bekliyorum. Demek isterdim tabi diyemedim. Gittim yanına. Her şeyin iyi olduğunu fakat “Senior” yazar alacaklarını bu yüzden beni işten çıkardıklarını söyledi. Hayatımda en sevdiğim şeylerden biri böylelikle elimden alınmış oldu. İşten çıkarılmam bir Cuma günü gerçekleşti. Yani hafta sonu. Var bu hafta sonlarında bir olay ben hep diyorum. Ha bitmedi. Biter mi? Asla. Cumartesi günü babamla buluştuk. Her zamanki cumartesi. Tipik baba kavgası. Baba söylenmeleri. İşe yaramayan insan güruhu olduğumuz söylendi. Yüzümüz bir karış, eve vardık. Evde kavga kıyamet Manik depresif krizleri. Asarım, keserim, satarım, çıkarım, giderimler. Evi satacağımlar, size zırnık koklatmayacağımlar. Hay evinde senin olsun, sen de mutlu ol. Ağlama krizleri, bağırışlar, bıçağın soğuk hissini bileklerimde hissettim tekrar. Ama gene yapamadım.

Korkağım ben biraz galiba. Kessem ne olur ki? Ya da kesmesem. Bilmiyorum. Tek bildiğim şey var, o da hiçbir şey bilmediğim. Ne yapacağımı, ne olacağını bilmiyorum. Akışa filan bırakmıyorum. Hani akışa bırak, eğlen derler ya, nerede ben de o akışa bırakmak. Benim hayatım hep akışta zaten. Yarın adamı teki çıkıp gelse, hadi yavrum asmaya götürüyoruz seni dese, söyleyecek sözüm olmaz, şaşırmam. Çünkü hayatımın saçmalığına alıştım. İşsizliğime gelince; asıl o konuda ne yapacağımı bilmiyorum. İşimi sevmemin esas nedenlerinden biri evden bütün gün uzak olmamdı. Hemen bir iş gerek bana. Evden uzak kalmam. Manik krizlerinde annemin yanında bulunmama gerek. Çünkü onu öyle gördüğüm anda, kafasına bir şeyler atıp öldürmek geliyor içimden. Bazen de, gidip boğazını kesmek geliyor içimden. Ama bir şey yapamıyorum. Çaresiz bir şekilde oturuyorum.

Berbat olan hayatım daha da berbatlaşıyor. Beterin beteri bu olmalı. Ama yok yok. Bir eksik var. Hastalandım mı bu iş tamamdır. Lanet zinciri tamamlanmıştır. Şimdi bu hafta sonu olanları şöyle bir sayalım; babam’ın kötü olan işleri daha da bozuldu, iki saat nasihat ve duygu sömürüsü dinledim, işden çıkarıldım, işsizim, babam cumartesi günü ki hafta sonu kelimenin anlamıyla ağzımıza sıçtı, annem da sıçtı, sonra sonra hımm. Sanırım bu kadar. Ah pardon Asiye’yle konuşmuyorum. Gerçek arkadaşım olmadığını biliyordum ama bu hafta daha da belli etti. Sanırım bir hafta sonunda başıma gelebilecekler bunlar. Merakla gelecek hafta sonunda beni ne lanetler bekliyor onu merak ediyorum. Lanetliyim, lanetlisin, lanetli…