29 Nisan 2010 Perşembe
70 yıldır ağzıma lokma koymadım!
Gün geçmiyor ki bir abuk haberle daha karşılaşmayalım güzel blog. Sabah oluyor uyanıyorum (kimi zaman öğlen, zaman zaman öğleden sonra) açıyorum gazeteyi, interneti (gelişmeleri de ne takip ederim ya, bu ne hava, havam batsın) karşıma bir ucubiklik çıkıyor. Kim kime ne demiş, kim ne yapmış, kim kimi kesmiş, yemiş. Türlü abukluklar çıkıyor karşıma.
Efenim, okumayanınız, bilmeyeniniz varsa (ay çok banalsiniz kuzum) size önce yayımlanan haberden bahsedeyim. 83 yaşında Hintli bir yogi (ayı olanla karıştırmayın, yapmayın bunu), 70 yıldır bir lokma yemeden bir yudum su içmeden yaşıyormuş. Doktorlar tarafından hastanede gözetim altına alınan ve incelenen yogi, 8 yaşında bir tanrıça tarafından takdis edileli, ağzına tek lokma koymadığını, enerjisini güneşten aldığını söylüyormuş. Yemek yemediği ve su içmediği için de tuvalete gitmeyen üstün insan, basının ilgi odağı olmuş. Hakkında çeşitli söylentiler dolaşan 83 yaşındaki yoginin gazetelere verdiği poz benim çok hoşuma gitti. Ruhunu teslim edeli yıllar, aylar olmuş gibi duran amca, elini adeta no dostum yemek yok dercesine kaldırmış ve kameralara poz vermiş. (resim ahanda yukarıda)
Şimdi tamam, haber bu, habere bir sürü yorum yapılmış, geyikler dönmüş, komedi gırla(bu lafa da ayrıcana hastayım)
Peki böyle bir haber karşısında ben sessiz kalır mıyım sizce? Tabi ki hayır, kalamam. Yazmazsam çatlar patlarım.
Şimdi efenim ben araştırmacı bir kişilik olarak(dedektif olmaya karar verdim, cv hazırlıyorum) bu adamcağız neden yememiş, içmemiş, var mıdır böyle bir inanış, ne tür insanlar böyle bir şey yapar merak ettim ve hemen girip gugıla yazdım. Çıkan sonuç şudur, hemen paylaşayım, kültürümüze kültür katalım, okuyalım öğrenelim. Bretaryan adı verilen, kaynağını enerjisini besin maddelerinden değil, güneşin kendisinden( böyle de saçmalık görmedim, de git allasen) alan bir tür inanç sistemi varmış. Bu ne böyle edie, çocuk mu kandırıyorsun diyorsanız buyrun sitesine bakın http://skepdic.com/inedia.html
Çoğu haber kaynaklarına göre üç kağıtçının önde gideni olan aç bilaç yogimizi yakında güzel ülkemin bir alışveriş merkezinin açılışında görürsem şaşırmam.
Buradan yetkililere seslenmek istiyorum bu adamı bana getirin! O anlatsın ben yazayım ideal kilonun sırrına ulaşalım!
23 Nisan 2010 Cuma
güce inanmıyorum ama bir firdevs var
Bitmesine 6 hafta kala Aşk-ı Memnu'ya sardım sevgili blog. Perşembe günlerinin vazgeçilmezi, Halit Ziya Uşaklıgil'in ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu son günlerde neşeme neşe katıyor. Bitmesine bu kadar az zaman kala izlediğime önceki bölümleri bilmediğime ve neden daha önce seyretmediğime de kızmıyor değilim yani. Edie kızım delirdin mi, Fringe diyorsun, Vampire diaries diyorsun, Flashforward, House diyorsun bu dizi ne alaka diyebilirsiniz, evet doğrudur, kel alaka. Ama çok eğlenceli, özellikle de Hilmi Önal ve Firdevs Yöreoğlu.
Hele ki Firdevs Yöreoğlu, amanın televizyon tarihinin en şahane karakteri bence kendisi. Firdevs Hanıma sevgim saygım sonsuz. Hatta öyle ki adına fan klup açmak, bahçeye heykelini dikmek, küçük firdevsler yetiştirecek okullar açmak istiyorum kadını seyrettikçe. Böyle bir zeka, böyle bir etkileme gücü olan varsa gelsin görsün beni. Firdevs Yöreoğlu'na ver ülkeyi yönetsin, 1 seneye kalmaz dünyanın hakimi oluruz. Öyle böyle değil. Firdevs Hanım'ı oynayan Nebahat Çehre'yi zaten söylemiyorum. Birbirlerinden ayırmıyoruz ikisini, öyle paket olarak alıyoruz.
Kızları Bihter ve Peyker'le sürekli bir çatışma içinde olan, alışık olduğu hayatı kaybetmemek için entrikalar, dümenler çeviren bu kadının nesini seviyorsun diyecek olursanız size laflarımı çoktan hazırladım. Böyle bir manipülasyon gücü, saman altından su yürütme kabiliyeti, ikna, dümen dolap çevirme gücü kimse de yok. Rahmetli Uşaklıgil Nebahat Çehre'yi ve canlandırdığı Firdevs'i görseydi, ona ayrı kitap yazardı. Hatta buradan dizinin senaristlerine sesleniyorum, duyun beni, dizi bittikten sonra Firdevs Spin-off'u yapılsın. Seyredelim, öğrenelim.
Bir kere Firdevs Yöreoğlun'dan muhteşem şeyler öğreniyorsunuz, telefon kaç çalışta açılır, yeni saçınız, kıyafetinize övgü nasıl karşılanır, sevgiliye nasıl evlenme teklifi ettirilir, birinin ağzından nasıl laf alınır ve bunun gibi türlü önemli bilgiyi bize veriyor Firdevs Hanım.
Güce inanmıyoruz ama bir Firdevs var.
Dizinin bir diğeri ismi de bence Hilmi Önal. Firdevs Yöreoğlu'nun kızı Peyker'le evlenen kılıbık oğlu Nihat'a salaklığını her daim belli eden Hilmi Önal'ın en büyük düşmanı Firdevs Hanım. O kadına kılım diye bariz ortalıklarda gezen, Firdevs dolayısıyla Bihter ve Adnan'a da türlü tuzaklar hazırlayan, kuyular kazan Hilmi Önal'ın zekası da kanımca Firdevs'le yarışır ölçüde. Ama adamın değeri bilinmiyor o da ayrı. Zaten bunu "Hilmi Önal kimmiş hepiniz öğreneceksiniz" demesinden de anlıyoruz. Canım Hilmi, Firdevs'in gölgesinde kalıyor. Halbuki ikisi bir olsa dünyayı yönetirler. Bize de eğlence çıkar, izler yorum yapar dururuz.
Hilmi'ciğim biraz daha gayret, harcandığını hepimiz biliyoruz ama bu Uşaklıgil'in olayı. Ben şahsen karşımda daha güçlü bir Hilmi Önal göreceğimden eminim. Hastane odasında kafanda fileyle "ne ednan bey mi gelmiş?" "kafama vurmadılar, düştüm" açıklamalarıyla Chucky olduğunu bir kez daha gösterdin. Senden korkulur Hilmi'ciğim. Bunu ilerleyen bölümlerde de göreceğiz eminim.
Bitirirken, Hilmi, Firdevs ve Bihter'ciğim güçlerinizi birleştirip, voltronu oluşturun. Sizden Dark Sidiouslar, Darth Vader'lar yetiştirmenizi bekliyorum. Hadi canlarım!
Ve de Firdevs'ciğim hayranım sana. Senden özel ders talep ediyorum.
12 Nisan 2010 Pazartesi
Vampirin özü
Lestat de Lioncourt'dur.
Hollywood'un ütü basılmış suratlı, gün ışığında elini kolunu sallayan, lisede okuyan tırt vampirleri sözüm size! Vampir dediğin parçalar. Bak Lestat'a. Anne Rice ablanızı okuyun ve vampirlerin ne olduğunu öğrenin.
Vampir edebiyatını ve sinemasını seven biri olarak son zamanlarda vampir ırkından soğudum sevgili blog. Etrafta twilight hayranı yeni yetmeler, ay edvırd ne tatlı demeler, ay ne romantik demeler filan, olmuyor yani böyle şeyler. Tatlıymış, yakışıklıymış, ulan vampir be vampir! Vampir romantik olsa ne olur, numara yapıyor, akşam yemeğinde seni kırtlayacak! Hele o twilight, hele o edvırla bella! Siz ne dangoz şeylersiniz öyle yahu. Yazarına da bir iki lafım var aslında, ablacığım belli ki ev hayatından sıkılmışsın bir romans ortamı yaratayım demişsin ama zorlama canım ablam. Sen Anne Rice değilsin. Zaten ondan sonra istediğini yazsan da benim gibi bu işi bilenler seni parmakla gösterip fındık fıstık atarlar. Yapma gel vazgeç bu işten.
Şimdi diyeceksiniz ki edie kızım ne diye dellendin, sana ne kadın yazmış. Tamam efenim yazsın bişi demiyorum ama gitsin başka şey yazsın yahu. Vampirlere bulaşmasın. Hee konuya nasıl geldim onu da hemen anlatayım, bugün can sıkıntısıylan napsam diye düşünürken bari en iyisi gidip film alayım şöyle güzel bir film seyredeyim dedim. Vardım kadıköy'e gittim. Dvd'ciye girdim filmlere bakıyorum, yanımda iki kız, onlarda bakıyorlar filmlere. Neyse efenim, kızlar şu Twilightın yeni filmini aldılar ellerine başladılar muhabbete, neymiş edvırd vampirlerin prensiymiş, vampir denince akla edvırd gelirmiş, bir arkadaşı Dracula'yı önermiş ama orda oynayan vampir pek yakışıklı değilmiş. Bir de çok sıkıcıymış. Bak bak bak, Bram Stroker yahu, vampirin atası adam. Bram Stroker'ın Dracula'sına sıkıcı diyor ablaya bak sen. Vampir edebiyatında doktora yapmış sankim. Bi böyle bilmiş bilmiş konuşmalar. Eski vampir filmleri çok sıkıcıymış filan, içinde aşk yokmuş. Ulan dedim, ulan sizi gidi aşk manyakları, vampirlere de bulaştırdınız ya şu virüsü, artık bişi demem ben. Abla harliqueen sandı gotik edebiyatı.
Dvd'yi kıza yedirtmek geldi içimden sayın ahalim. Zor tuttum kendimi. Dracula'ya diyor. Hani hatırlarsınız filmi, şu süper ötesi afişi olan film. Kekeledim, konuşamadım. Filmimi alıp hemen oradan uzaklaştım. Filmimi seyrettim, sonra da arkasından vampirle görüşmeyi izledim, 353635373. kez.
Bunu bilir, bunu söylerim blogum, vampir denince akla Lestat gelir, Dracula gelir, Anne Rice gelir, Bram Stroker gelir, korkak uzun saçlı vampir Brad Pitt Louise gelir.
Vampir dediğin sarımsaktan korkmaz, gün ışığında gezmez, gün ışığında gezmesi için özel tasarımlar takmaz, haçtan, kutsal sudan korkmaz, cildi öyle abuk sabuk parlamaz, lisede filan da okumaz. Hayatı yalamış yutmuş adam, ergen bebelerin kaprisiyle mi uğraşır be. Hele hele öyle giydim spor pabucumu ayağıma, kot pantolonu da çektim, oh var mı tshirt kot gibisi demez. Vampir bakımlıdır, cooldur.
Son zamanlarda dizi furyasında da vampirler çok fazla görünür oldular (hepsinde şu twilightçı ablanın parmağı yoksa ben nolayım, kesin ondan özendiler he, kesin yani). Moonlight, True Blood, The Vampire Diaries gibi vampirlerin cirit attığı diziler ekranlarda kol geziyor. Şimdi yalan söylemeyeceğim doğruya doğru vampir edebiyatı ve sineması seven bir şahıs olaraktan bu dizilere ben de baktım. Moonlight'ın ilk 10 dakikasında baydım, True Blood vampir dizisinden çok porno gibi geldi bana, hele ki o başroldeki kız yok mu kafasını kırmak istedim, ne meraklıymış abla vampir sevgili yapmaya, kitabı iyidir belki bişey diyemem, ama the vampire diaries de kaldım. Twilightın tırt aşıklarına bu kadar konuşan ben, vampire diaries'ı resmen beğendim. Gerçi burda Damon Salvatore'unda payı büyük. Neme lazım vampir gibi vampir. Kötü, böyle yok ben kanla beslenmem mıymıylığında değil, ısırıyor filan. Vampirik özellikler yani. Ama kardeşinde iş yok. Onu diyeyim. He izleme nedenlerimden biri de sanırım senaryosunu Kevin Williamson'un yazıyor olması.
Geçen yaz ne yaptığını biliyorum gibi tırt ötesi bir film yazmış olsan da Kevincığım, Scream gibi bir filmi bizlere armağan ettiğin için seni seviyorum. Sen bu diziyi yaparsın, aslansın kaplansın.
Diyeceğim odur ki sevgili ahalim, vampir filmi seyredelim öner bize bişi derseniz, vampirle görüşme, dracula derim. sakın ola öyle twilight, yok ucubeler sirki filan yapmayın böyle şeyler. Devir değişti Çelik de değişti vampirler hayli hayli değişir demeyin, yapmayın bunu. 53635337 bin senelik vampir değişmez. Değişemez.
Ben vampire vampir demem, vampir vampir olmadıkça.
Hollywood'un ütü basılmış suratlı, gün ışığında elini kolunu sallayan, lisede okuyan tırt vampirleri sözüm size! Vampir dediğin parçalar. Bak Lestat'a. Anne Rice ablanızı okuyun ve vampirlerin ne olduğunu öğrenin.
Vampir edebiyatını ve sinemasını seven biri olarak son zamanlarda vampir ırkından soğudum sevgili blog. Etrafta twilight hayranı yeni yetmeler, ay edvırd ne tatlı demeler, ay ne romantik demeler filan, olmuyor yani böyle şeyler. Tatlıymış, yakışıklıymış, ulan vampir be vampir! Vampir romantik olsa ne olur, numara yapıyor, akşam yemeğinde seni kırtlayacak! Hele o twilight, hele o edvırla bella! Siz ne dangoz şeylersiniz öyle yahu. Yazarına da bir iki lafım var aslında, ablacığım belli ki ev hayatından sıkılmışsın bir romans ortamı yaratayım demişsin ama zorlama canım ablam. Sen Anne Rice değilsin. Zaten ondan sonra istediğini yazsan da benim gibi bu işi bilenler seni parmakla gösterip fındık fıstık atarlar. Yapma gel vazgeç bu işten.
Şimdi diyeceksiniz ki edie kızım ne diye dellendin, sana ne kadın yazmış. Tamam efenim yazsın bişi demiyorum ama gitsin başka şey yazsın yahu. Vampirlere bulaşmasın. Hee konuya nasıl geldim onu da hemen anlatayım, bugün can sıkıntısıylan napsam diye düşünürken bari en iyisi gidip film alayım şöyle güzel bir film seyredeyim dedim. Vardım kadıköy'e gittim. Dvd'ciye girdim filmlere bakıyorum, yanımda iki kız, onlarda bakıyorlar filmlere. Neyse efenim, kızlar şu Twilightın yeni filmini aldılar ellerine başladılar muhabbete, neymiş edvırd vampirlerin prensiymiş, vampir denince akla edvırd gelirmiş, bir arkadaşı Dracula'yı önermiş ama orda oynayan vampir pek yakışıklı değilmiş. Bir de çok sıkıcıymış. Bak bak bak, Bram Stroker yahu, vampirin atası adam. Bram Stroker'ın Dracula'sına sıkıcı diyor ablaya bak sen. Vampir edebiyatında doktora yapmış sankim. Bi böyle bilmiş bilmiş konuşmalar. Eski vampir filmleri çok sıkıcıymış filan, içinde aşk yokmuş. Ulan dedim, ulan sizi gidi aşk manyakları, vampirlere de bulaştırdınız ya şu virüsü, artık bişi demem ben. Abla harliqueen sandı gotik edebiyatı.
Dvd'yi kıza yedirtmek geldi içimden sayın ahalim. Zor tuttum kendimi. Dracula'ya diyor. Hani hatırlarsınız filmi, şu süper ötesi afişi olan film. Kekeledim, konuşamadım. Filmimi alıp hemen oradan uzaklaştım. Filmimi seyrettim, sonra da arkasından vampirle görüşmeyi izledim, 353635373. kez.
Bunu bilir, bunu söylerim blogum, vampir denince akla Lestat gelir, Dracula gelir, Anne Rice gelir, Bram Stroker gelir, korkak uzun saçlı vampir Brad Pitt Louise gelir.
Vampir dediğin sarımsaktan korkmaz, gün ışığında gezmez, gün ışığında gezmesi için özel tasarımlar takmaz, haçtan, kutsal sudan korkmaz, cildi öyle abuk sabuk parlamaz, lisede filan da okumaz. Hayatı yalamış yutmuş adam, ergen bebelerin kaprisiyle mi uğraşır be. Hele hele öyle giydim spor pabucumu ayağıma, kot pantolonu da çektim, oh var mı tshirt kot gibisi demez. Vampir bakımlıdır, cooldur.
Son zamanlarda dizi furyasında da vampirler çok fazla görünür oldular (hepsinde şu twilightçı ablanın parmağı yoksa ben nolayım, kesin ondan özendiler he, kesin yani). Moonlight, True Blood, The Vampire Diaries gibi vampirlerin cirit attığı diziler ekranlarda kol geziyor. Şimdi yalan söylemeyeceğim doğruya doğru vampir edebiyatı ve sineması seven bir şahıs olaraktan bu dizilere ben de baktım. Moonlight'ın ilk 10 dakikasında baydım, True Blood vampir dizisinden çok porno gibi geldi bana, hele ki o başroldeki kız yok mu kafasını kırmak istedim, ne meraklıymış abla vampir sevgili yapmaya, kitabı iyidir belki bişey diyemem, ama the vampire diaries de kaldım. Twilightın tırt aşıklarına bu kadar konuşan ben, vampire diaries'ı resmen beğendim. Gerçi burda Damon Salvatore'unda payı büyük. Neme lazım vampir gibi vampir. Kötü, böyle yok ben kanla beslenmem mıymıylığında değil, ısırıyor filan. Vampirik özellikler yani. Ama kardeşinde iş yok. Onu diyeyim. He izleme nedenlerimden biri de sanırım senaryosunu Kevin Williamson'un yazıyor olması.
Geçen yaz ne yaptığını biliyorum gibi tırt ötesi bir film yazmış olsan da Kevincığım, Scream gibi bir filmi bizlere armağan ettiğin için seni seviyorum. Sen bu diziyi yaparsın, aslansın kaplansın.
Diyeceğim odur ki sevgili ahalim, vampir filmi seyredelim öner bize bişi derseniz, vampirle görüşme, dracula derim. sakın ola öyle twilight, yok ucubeler sirki filan yapmayın böyle şeyler. Devir değişti Çelik de değişti vampirler hayli hayli değişir demeyin, yapmayın bunu. 53635337 bin senelik vampir değişmez. Değişemez.
Ben vampire vampir demem, vampir vampir olmadıkça.
9 Nisan 2010 Cuma
Frinç
Walter, Sana baba diyebilir miyim?
Kendimi bildim bileli açıklanamayan, doğa üstü olaylara merakım vardır. 11- 12 yaşlarında bir veletken babamın "Bilinmeyen" dergilerini okurdum. 13 yaşımdayken de Nostradamus'un Kehanetlerini anlamaya çabalıyordum (ne manyakmışım yahu) Daha sonraları X-files geldi, onlar maceradan maceraya koşarken ben evimde tv karşısında "evet aha biliyordum, kesin bu işte bir iş var" diye söylenip duruyordum.
Yıllar geçti benim doğa üstü, açıklanamayan, paranormal olaylara olan ilgim arttı, eksilmedi. Hatta hatta öyle bir hal aldı ki, bir zamanlar kendimi Hogwarts'da okuyor sanıyordum.
Uzun zaman önce bir dizi keşfettim, açıklanamayan, paranormal olayları araştıran bir FBI ajanı, yıllarca akıl hastanesinde tedavi görmüş sıyrık bir bilim adamı ve bilim adamının duble zeki bir o kadar da yakışıklı oğlunun maceradan maceraya koşup çılgın atmasını anlatan Fringe'den bahsediyorum.
Dizinin ana karakterleri, telefonu her daim Dunham diye açan sarı yivru Olivia, her olaydaki "aa bu benim eski bir deneyimdi" diyen sıyrık ve mükemmel Walter Bishop, Walter'ın hem yakışıklı hem akıllı hem yetenekli hem hem hem oğlu Peter Bishop. Bu mükemmel karışım, üçü bir arada takımımız her bölümde birbirinden abuk sınırdışı olayları çözerken bir yandan da dizinin ana konusunu oluşturan paralel evrenlerle ilgili sorulara cevap arıyorlar.
70'li yıllarda Harvard'ın bodrumundaki laboratuvarında fareden timsah, timsahtan kuzu, hamamböceğinden su aygırı gibi acaip deneyler yaparken bir yandan da ışınlanma, boyut değiştirme üzerine önemli aşamalar kaydeden çılgın bilim adamımız Walter Bishop dizide favori karakterim. Akıl hastanesinde kaldığı süre boyunca kimseyle konuşmaya tenezzül etmeyen bu zat-ı muhteşem taze süt sağmak için eski laboratuvarına inek getirecek kadar değişik biri.
Geçtiğimiz yani birinci sezonu acaip bir finalle biten ve ikinci sezonuna çılgın gibi bölümlerle dönüş yapan dizi, üçüncü sezonu garantilemiş.
Hep muhterem blog arkadaşlarım, eğer siz de benim gibi paranormal olayları seviyorsanız, Lost bitti yareppim ne yapıcaz diyorsanız, Fringe'i öneririm. Ha Flashforward'ı da öneririm ama onu başka zaman yazarım artık.
Yıllar geçti benim doğa üstü, açıklanamayan, paranormal olaylara olan ilgim arttı, eksilmedi. Hatta hatta öyle bir hal aldı ki, bir zamanlar kendimi Hogwarts'da okuyor sanıyordum.
Uzun zaman önce bir dizi keşfettim, açıklanamayan, paranormal olayları araştıran bir FBI ajanı, yıllarca akıl hastanesinde tedavi görmüş sıyrık bir bilim adamı ve bilim adamının duble zeki bir o kadar da yakışıklı oğlunun maceradan maceraya koşup çılgın atmasını anlatan Fringe'den bahsediyorum.
Dizinin ana karakterleri, telefonu her daim Dunham diye açan sarı yivru Olivia, her olaydaki "aa bu benim eski bir deneyimdi" diyen sıyrık ve mükemmel Walter Bishop, Walter'ın hem yakışıklı hem akıllı hem yetenekli hem hem hem oğlu Peter Bishop. Bu mükemmel karışım, üçü bir arada takımımız her bölümde birbirinden abuk sınırdışı olayları çözerken bir yandan da dizinin ana konusunu oluşturan paralel evrenlerle ilgili sorulara cevap arıyorlar.
70'li yıllarda Harvard'ın bodrumundaki laboratuvarında fareden timsah, timsahtan kuzu, hamamböceğinden su aygırı gibi acaip deneyler yaparken bir yandan da ışınlanma, boyut değiştirme üzerine önemli aşamalar kaydeden çılgın bilim adamımız Walter Bishop dizide favori karakterim. Akıl hastanesinde kaldığı süre boyunca kimseyle konuşmaya tenezzül etmeyen bu zat-ı muhteşem taze süt sağmak için eski laboratuvarına inek getirecek kadar değişik biri.
Geçtiğimiz yani birinci sezonu acaip bir finalle biten ve ikinci sezonuna çılgın gibi bölümlerle dönüş yapan dizi, üçüncü sezonu garantilemiş.
Hep muhterem blog arkadaşlarım, eğer siz de benim gibi paranormal olayları seviyorsanız, Lost bitti yareppim ne yapıcaz diyorsanız, Fringe'i öneririm. Ha Flashforward'ı da öneririm ama onu başka zaman yazarım artık.
3 Nisan 2010 Cumartesi
2 Nisan 2010 Cuma
blog blog blog
blog ödülleri ilk düzenlendiğinde yok canım ben katılsam nolur ki aman kızım boşver demiştim, 2. senesinde de katılmakla katılmama arasında bi süre gidip gelmiştim. bu sene düzenlenen blog ödüllerine ise son gün, amen ya katıl gitsin nolcak diye başvurdum. blogum onaylanmış. :) yarışan bloglar arasındayım :) şans şans şans :)
bir de altzine'de öyküm yayınlanmış pek bir mesudum :)
bir de altzine'de öyküm yayınlanmış pek bir mesudum :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)