25 Kasım 2009 Çarşamba

Vahşi hayatın karşı konulamaz cazibesi

Dün uzun zamandır izlemek isteyip de izleyemedim bir filmi izledim ben. Into the wild'i. Aldığım günden beri "dur daha vakti var, yok bugün olmaz filmin modunda değilim" diye diye ertelediğim filmi dün nihayet oturdum ve izledim blogum. 2007 yapımı daha yeni izlemiş olmam da ayrı bir yuh konusu evet farkındayım ama napalım bir zamanlar çalışan biriydik, şimdi aylağım, her neyse hem konu bu değil.

Hayatım boyunca bırakıp gidenlere hayran oldum ben. Evini, işini, sahip olduklarını bırakıp uzaklara, yeni yerlere, yeni hikayelere kucak açanlara imrenerek, kıskanarak baktım. Çünkü ben biraz korkağım, arkamda bırakıp gittikten sonra o bıraktıklarımın peşimden gelmesinden korkan biriyim. Biraz da kişisel alanı geniş biriyim, yeniliklere çok fazla açık olsam da bazen laf da olan biriyim. Sanırım biraz da takıntılıyım. Neyse konu ben değilim, konu bırakıp gidenler ve filmimiz.

Jon Krakauer'ın aynı adlı eserinden beyazperdeye aktarılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Sean Penn. Filmin konusunu özetlemek gerekirse kariyerin 21. yüzyılın en büyük yalanı olduğunu düşünen Christopher Mccandless'ın üniversiteden mezun olur olmaz her şeyi bırakarak kendini vahşi hayatın kollarına atmasını, bu hayatın içinde kendini ve hayatı yeniden keşfetmesini ama sonuç olarak mutluluğun tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini anlatıyor.

Üniversiteden mezun olur olmaz banka hesabındaki parayı hayır kurumlarına bağışlayan, sahip olduğu her şeyi arkasında bırakıp giden Christopher Mccandless bir süre sonra adını da değiştiriyor Alex Supertramp olarak. İnsanın kendiyle baş başa kaldığında kendini ve çevresini yeniden keşfetttiğini, hayata farklı pencerelerden baktığını anlatan film sinematografik olarak incelendiğinde başarılı fakat gel gelelim Christopher'ın yaptıkları benim birazcık sinirimi bozdu.

Ömrü hayatı boyunca öğrencilik yapmış, maddi durumdan hali vakti yerinde olarak tabir ettiğimiz birinin kalkıp "Alaska da Alaska" diye tutturması açıkcası beni biraz uyuz etti. Şimdi ölenin arkasından konuşulmaz ayıptır ama filmi izledikten sonra Chris'e iki çift laf etmek istedim açıkcası, hayatı boyunca öğrencilik yapmış, gak dediğinde parası yatırılmış, hiç 9-7 saatleri arasında çalışmamış, ay sonunu düşünmemiş, bu ayı da nasıl çıkarttık dememiş, trafikte saatlerini harcamamış, patron dırdırı, işsizlik korkusu çekmemiş birinin kalkıp kendini yaban hayatına atması bana pek mantıklı gelmiyor açıkcası. Neden sıkıldın ki bu kadar kalkıp dağa taşa veriyorsun kendini demek istiyorum. Tek derdin annenle baban mı sevgili Alex.
Bırak kuzum okulu, git güneye sahilde bir bar aç, bir çiftlik yap kendine, takıl işte, ne diye tutturdun Alaska Alaska diye, ya da ne bileyim illa ormanda yaşayacağım diyorsan yap kendine bir ev küçüğünden besle kuzularını, koyunları, ek biç işte.

Bizim şartlarımızda yaşıyor olsaydı eminim ki dakikasında kendini vurmuştu.

Her ne kadar eleştirsem de film güzel, mutlaka izlenmeli.

He bir de Jack London hakikaten kral adamdır.

3 yorum:

zeynep dedi ki...

ben bu filmi çok izlemek istiyordum, sonra unuttum gitti...

şimdi sen anlatınca tekrardan merak ettim. Izlemek istiyorum:)

bu arada yakın zamanda görüşelim artıkın...

edie finnerty dedi ki...

bende de aylardır duruyordu dvd, artık izlemem gerek dedim ve izledim. film güzel zeynepcim, görüntü yönetmeni başarılı, güzel de uyarlamışlar amma vekalın Christopher'a laflarımı dedim :))

evet evet görüşelim artık ya :))

Adsız dedi ki...

bu filmşe ilgili ntv de bir belgesel
vardı.filmin senaristi ile sean penn
bu arkadaşın yaşadıgı trailerı ziyaret ettiler.anısına kadeh kaldırıp içki içtiler...