26 Haziran 2009 Cuma

hayat tuhaf, vapurlar filan!

Hayat tuhaf, çok tuhaf hem de. Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorum, günler geçmiyor gibi gözükse de, her yeni gün bir öncekinin aynısı gibi gelse de bana, farkettim ki bir şeyler öğreniyorum hala ben. Ben ne kadar mızıldansam da ot gibiyim diye, hayat bir şeyleri bir yerlerden dönüp dolaştırıp gözüme sokup duruyor. Ne kadar nefret etsem de, ne kadar söylensem de hayata karşı, hayat bu aralar hep bir şeyler hatırlatıp duruyor bana. Dün mesela baş dönmesiyle erken çıktım, ofisten eve giderken söylenip duruyordum yine, işi sevmeyişime, yorgunluğuma, uykusuzluğuma, sıcak havaya, tertibi hala unutamayışıma, tertibin salaklığına, yapmam gereken işleri yapmayışıma daha doğrusu yapamayışıma, ot gibi hayatıma kısacası her şeye söylenip sövüp duruyordum (içimden tabi). Otobüs geldi bindim, bir ara trafik yoğunlaştı köprüde, bu saatte ne trafik demeye kalmadı intihar vakası, çıkmış biri korkulukları aşmış duruyor öylece, polisler başında bir şeyler anlatıyordu. Araf geldi o an aklıma, zarpandit'in köprüden atlayışı, arafta kalmış halim, ne ileri ne geri gidememem, sonra o adam kimbilir ne için çıkmıştı oraya, ne derdi vardı, belki sırf dikkat çekmek istiyordu, belki de gerçekten atacaktı kendini.

Atladı mı bilmiyorum çünkü otobüs geçti gitti yoluna devam etti, ben de öyle! Eve gelir gelmez attım kendimi koltuğa, uzattım ayaklarımı, başımın dönmemesi için dinlendim biraz. Birkaç saat sonra anne geldi eve. Yüzü asıktı baya bi, ne oldu dedim başladı anlatmaya. Hani sen dedi, söylenip duruyorsun ya hani her şeye, hani mutsuzsun ya çok fazla hem de, bugün gittiğim yere sen gelmeliydin belki de. Neresi anne hayırdır sen de mi geçtin benim geçtiğim mezarlığın önünden hem ben her gün görüyorum o mezarlığı, gördükçe de titriyorum hafiften geliyorum kendime ama yetersiz işte bu aralar, hem köprüde adamın teki intihar ediyordu bugün dedim.
Yok dedi mezarlık değil hastaneye gittim bugün ben, komşunun kocası kan kanseri büyük ihtimalle dedi. Bahsettiği kişi bizim sokağın eskilerinden biri, dev gibi bir adam, dev dediysem öyle korkutucu değil, cüsse bakımından uzun boylu iri yapılı biri işte daha nasıl anlatabilirim yani, hem lafı bulandırmamayım ya! Ne diyordum heh sevimli dev amca baya hastaymış annem onu ziyarete gitmiş, lösemili hastaların yattığı bir yermiş, orada hastanenin önünde bi bankta otururken senden küçük bi genç gördüm dedi bana, son günüymüş gencin oradaki annemin yanına oturup sohbet etmişler biraz, dert etmemek lazım demiş anneme sohbet sırasında. Annem bunu bana anlatırken bir baktım ağlıyor, dert ettiğin neyse unut dedi bana, unutmaya çalış, kısa hayat!

Yerimden kalkıp sarıldım anneye, ağlama be anne dedim, dert ettiğim şeyler geçecek elbet, bugünler de geçecek!

Sonra sabah ofise geldim, sıcak sıradan bir cuma, ertesi gün çalışacağımı bildiğimden yine memnuniyetsiz bir ifade, biraz da geç kalmışım işe. İş arkadaşlarım Micheal Jackson ölmüş dedi, inanamadım önce, yok yahu dedim, ölmemiştir, her sene bir öldürüyorlar adamı alıştık artık ya hani öyle bir şeydir dedim, değilmiş. Micheal ölmüş gerçekten de!

Teyzem geldi aklıma blog, çok severdi teyzem Micheal Jackson'ı. Hatta anneannem teyzemin doğum gününde Micheal Jackson'ın kasedini almıştı teyzeme. Sadece teyzem mi severdi, dayım, annem, hatta anneannem bile ısınmıştı Micheal'a. Annem Londra'daki konseri duymuş geçen gün bahsediyordu ah keşke ben de gidebilsem de görebilsem pek severim Micheal'ı diye. Ailecek severdik biz onu. Bu sabah duyunca öldüğünü çok tuhaf oldum birden. Hani ne alaka deli misin be diyeceksiniz belki ama ne bileyim ben işte!

İntihar için köprüye çıkan adam, hasta komşum, kanseri yenmiş genç çocuk, Micheal Jackson, bütün bunlar sanki bana saçmala lan edie kendine gel artık, bak hayat kısa, ne tasalanıp duruyorsun demek istiyor gibiler. Ben görmek istemesem de at gözlüklerimi çıkartmak istemesem de gözüme sokmaya çalışıyor hayat bir şeyleri bu aralar bana.

Dedim ya hayat tuhaf! Çok tuhaf hem de bu aralar!

18 Haziran 2009 Perşembe

Korkuyorum!

Bizim ofisde yeni biri başladı geçen gün. Biraz eserikli bir tip, ilk gördüğüm anda anladım "aha var bunda bi numaralar" dedim. Sonra konuşmaya başladı filan allam bi tuhaf, kurduğu cümleler bi tuhaf anlattıkları bi tuhaf. Bizim masaya gelip durup dururken "geçen gün kuş sıçtı" dedi bekledik kesin bi yere bağlayacak konuyu diye ama yok o kadar bi yere bağlamadı kuş sıçtı haha dedi sonra gitti yerine oturdu. Arada kendi kendine konuşuyor filan. Ya tamam hayıflamıyorum ama kızı gördükçe ciddi ciddi korkmaya başladım. Arada bi kendime "edie kızım titreyecek misin sallanacak yuvarlanacak mısın bilemem ama kendine gel yoksa büyüyünce böyle olabilirsin" diyorum. Neden bunları diyorum ben de bilmiyorum ama bu kız ben de ciddi ciddi bi korku yarattı. Ya ben de büyüyünce böyle olursam diye.

Bir an önce eski flörtöz ruh halime geri dönmem gerek. Neşeli halime.

Ya ben de öyle olursam be blog! Valla korkuyorum!

17 Haziran 2009 Çarşamba

27 yaş krizi


Bayılırız biz her yaşa, her şeye bir kriz eklemeye. Ergenliğe girersin, ergenlik krizi derler üniversite biter 24-25 yaşındasındır (kendimden örnek veriyorum, zira tembeldim, üşengeçtim, uzattıkça uzattım 24 yaşında mezun oldum- ondan yani, yoksa daha erken mezun olanlar da var- ee ben yok mu dedim) 25 yaş krizi derler, sonra aradan bir iki yıl geçer 27 yaşındasındır bu kez 27 yaş krizi derler, 30'a gelirsin 30 krizi, 35'i- ki kendisi yolun yarısıymış, 40'ı ve diğerlerini saymıyorum ki zaten oralara kadar gelmedim, gelir miyim bilemem, bugün at gözlüklerimi taktım çok güneş var göremiyorum hiçbir yeri, her neyse konu dağılmasın, toparlayamıyorum sonra salaklaşıyorum ki az önce bir şey anlatırken cümlemi unuttum, bi önceki gün de kaşımı yarıyordum, şimdi bunun konuyla ne alakası var, ben de bilmiyorum sanırım konuyu dağıtırıma örnek vermeye çalışıyordum başarılı da oldum. Her neyse. Heh ne diyordum kriz, bayılırız krizlere, yaş krizlerine özellikle. Ben işin içinden çıkamadığım zamanlarda ne yalan söyleyeyim kriz bu şu yaş krizi kesin diyorum, evet saçma farkındayım ama napim tuhafım!


Bugün düşündüm de acaba bu şu anki ruh durumum, gel-gitlerim, git-gelmelerim yaş krizi mi? 27 yaşına girdim ya bi iki hafta önce, 30'a az kaldı hani ve ben hala salak gibi dolanıyorum ya etrafta ondan mı acaba diyorum! Yani stuck in a moment'ım 27 yaşımla mı alakalı diye düşündüm! Ama şimdi bunları da yazarken saçma geldi he! Daha neler yani!

Ama yok ya bak gene çeliştim kendimle, olabilir ben 25'e basınca da böyle salaklaşmıştım. Hatırladım da o zamanda barmenin tekine aşıktım. Adam barmen ya, allam ne alaka ya, 10 beden büyük bana, senin aşkın bana xlarge diye bir şarkı vardı adam onu söylerdi yanımdayken ben de salak anlamazdım, salağım ya valla arada salaklığım tutuyor yani. Sonra şimdi de böyle salaklaştım, ne istediğimi bilememe, bir memnuniyetsizlik, noluyor be diyorum ama anlamıyorum işte. Bir yol, bir plan çizip şu ruh durumundan kurtulmam lazım! Kriz beni yatay geçecek yoksa!

Stuck in a moment

Bugünlerde çok yalnız hissediyorum be blog! Öyle böyle değil!

Tarifi mümkün olmayan acaip bir şey var içimde, böyle sıkıntıyla karışık melanet bir duygu. Ne olduğunu tam anlayamıyorum. Sigarayı da bırakamadım zaten, bir ara ne güzel bırakmaya çalışıyordum. Bir ana kitlenmiş orada kalmışım gibi. Hani U2'nun bir şarkısı vardır bilir misiniz bilmem, Stuck in a moment, bir ana kitlenip kalmıştır, bir şeylerin peşinden koşmak ister, yarın daha güzel olacak diyemez çünkü takılıp kalmıştır oraya, kaçamaz bir yere, işte aynen öyle bir şey.
Takılıp kaldım zamanın bir köşesinde çekip kurtaramıyorum kendimi. Önümde çok önemli bir yol var, seçmem gereken çok önemli bir yol ama ben öyle takılıp kaldım ki çıkamıyorum, önümü de göremiyorum hal böyle olunca.

Bilemiyorum blog! Çok sevimsizim bugünlerde, şu halet-i ruhiye bir kalksa üzerimden. Bir silkelenip kendime gelebilsem, bir çıkabilsem takıldığım saçma zamandan, bir kurtulabilsem aklımdaki aptal düşüncelerden! Bunları istiyorum işte!

Yeni bir şeyler gerek bana!

15 Haziran 2009 Pazartesi

pazar-tesi

pazartesi, sıkıcı, sıcak, uykum var ve de akşamdan kalmayım. lekeli bir masa örtüsü kadar sevimsiz hissediyorum kendimi. üstüne üstlük hala kaçamadım, işteyim.

böhüüüü...

12 Haziran 2009 Cuma

yok başlık maşlık!

Uganda'ya gidip gorillerle dans edesim var. O derece sıkıldım! Uyuz tertip de gitmiş Çeşme'ye zaten. Bir de gitmesi yetmiyormuş gibi boy boy resimlerini koymuş.

Çok sıkıldım be blog! Öyle böyle değil!

11 Haziran 2009 Perşembe

Uyuşuğum, tembelim ama bir o kadar da şahaneyim!




Tembel hayvanlar, günde 15 ile 18 saat uyuyarak en çok uyuyan hayvanların başında gelirler. Kalan zamanda ise yemek yerler ve tutundukları ağaç dalını değiştirirler. Pek fazla yemek yemeyip su içmedikleri de bilimektedir, bu nedenle doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar.

Tembel hayvanlar, keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Yere ise yalnızca ağaç değiştirmek veya boşaltım yapabilmek için inerler.


Evet paramesyumgillere katılma isteğim hala devam ediyor ama eğer kabul etmezlerse isteğimi diye başka seçeneklere de bakıyorum ben. Bir diğer seçeneğim tembel hayvan. Sıcak kanlı hayvanların en uyuşuğu olan bu sevimli yavrucağa hayranım, o kadar uyuşuk ki tüylerinin arası yosun kaplıyormuş.

Paramesyumgillerden bir cevap alamazsam şayet kesinlikle bu arkadaşlara katılacağım.

Karga kahvaltısını yapmadan konser verirmiş!



Bu kargalar var ya bu kargalar yemin ederim manyak hayvanlar. Manyak olduklarını biliyordum ama bu kadarını beklemezdim, şaştım kaldım. Bu sabah saat 4 buçuk gibi bir kahkaha bombardımanıyla uyandım, bir çığlık, bir kavga gürültü, kızılca kıyamet amanın o biçim. Sanki Cem Yılmaz gelmiş de bizim arka bahçede stand up yapıyor, millet kopup duruyor. Allam allam nası bi kahkaha ama Nuri Alço kahkahası böyle. Bir de arada çığlıklar var ki sorma gitsin, ulan dedim parti mi var bizim burada bi yerde, hayır varsa bağırıp çağırcam susun be ahlaksızlar, bu ne kendini bilmezlik diye. Kalktım camdan baktım yok bişey ortada, ee peki bu kahkaha tufanı bu manyak çığlıklar ne? Kargalar, yeminlen kargalar. Nasıl kahkaha atıyorlar var ya. İnanamazsınız sayın blog okuyucuları, öyle böyle değil. Sabah 4 ulan hasta mısınız kardeşim, sıfatınıza tüküreyim. Sağa dönüyorum yok, sola dönüyorum yok uyuyamıyorum, bir kah kah sormayın gitsin, kalktım gene sinirlendim, gözüm dönmüş kışt mışt yapacağım. Benim kalktığımı sezdiler mi naaptılar bilmiyorum ama tüymüşler. Pislikler!

Çığlıkları atan da martılarmış! Nası bi çığlık ama var ya, sanki Brad Pitt'i filan gördüler! Viyaa viyaa bağırıp duruyorlar. Bu kuş alemi manyak, yeminlen manyak. Karganın manyak olduğunu bilirdim ama martıya hiç yakıştıramadım.

Martının da tipe bak! Allam ya, tavuk kadar kuş resmen! Şebelek :)

10 Haziran 2009 Çarşamba

Paramesyumgillere gittim dönücem!


Terliksi Hayvan Familyası: Paramesyumgiller (Paramaeciidae)

Yaşadığı yerler: Tatlı ve acı sularda serbest halde yaşarlar.

Özellikleri: Vücutları kirpiklerle bezenmiş bir hücreli mikroorganizmalar. Kirpikleriyle hareket ederler.

Çeşitleri: Sekiz türü vardır. Kirpikliler (Ciliata) sınıfının tüm kirpikliler (Holotricha) takımından, çoğunlukla tatlı sularda yaşayan bir hücreli birkaç türe verilen genel ad. Sekiz türü bilinmektedir. Yedi tanesi durgun veya akarsularda, biri acı sularda yaşar.


İşte buldum birkaç aylığına bu arkadaşlara katılabilirim, onlardan biri olup kirpiklerimle hareket edebilirim. Aranıza alın beni de be paramesyumgiller!

son günlerde çok düşünür oldum!

son günlerde çok düşünür oldum, bana bir haller oluyor ne oluyor ben de anlayabilmiş değilim. aslında anladım da anlamamazlıktan geliyorum, maniklerden depresiflere doğru yola çıkmış bulunmaktayım, hayırlara vesile olsun, sağ sağlim dönmek üzere kendime hayırlı yolculuklar diliyorum.

evet, evet çok düşünüyorum bu aralar, düşün düşün boktur işin diyerek dalgaya vurmaya çalışıyorum ama dalga gelip bana patlatıyor bir tane, okkalı osmanlı tokadı. her neyse, ne diyordum hah düşünce, bildiğiniz üzere dün eski ilişkilerimi düşündüm, sorguladım, kimi kırdım, kim beni kırdı diye. bu sabahta işe gelirken eski yılları düşündüm, gidemiyorum geriye, döneyim bakayım 2003 senesine ne olmuştu hatırlayayım dedim kaldım öyle. hafıza kaybı mı yaşıyorum acaba, her şeyi fil gibi aklımda tutardım ben, hani beni bu güzel havalar mahvetti desem o da değil, evet hava güzel ama zerre umrumda değil.

bir de ne kaa yeteneksiz, beceriksiz, vasıfsız biri olduğumu düşündüm. çok yeteneksizim be çok, belki de değilim de köreldim ama burada dura dura. bilemiyorum, gidip kendimi bir yerden filan mı atsam acaba, bugün ziyadesiyle pek bayığım.

bi de pek yalnız hissediyorum bugün kendimi be blog! bi insanın telefonu hiç mi çalmaz yahu! öğlen yemekteyken mesaj gelmiş sevindirik oldum bir yeni mesajı görünce aha dedim o kadar da yalnız değilim be, arada bi geliyorum insanların aklına, amma velakin mesaj turkcellmiş.

arayansa annemdir, mesajsa turkcelldir.

9 Haziran 2009 Salı

kırmak ya da kırılmak, işte bütün mesele bu!

Bu aralar eski ilişkilerimi sorguluyorken buluyorum kendimi, B.'ye şöyle yapmıştım, B. de bana böyle demişti, T. özünde çok iyiydi ama bir eksik vardı, B. beni kırmıştı ben de B.'yi kırmıştım, T.'yi kırmış mıydım yok kırmamıştım ama ya kırmışsam, sorabilir miydim sorardım tabi, açardım telefonu "Pinokyo kırdım mı bebeem seni biz beraberken, bak doğru söyle, ölümü gör" diyebilir miydim, benim gibi biri diyebilirdi, peki ya Ç. boşunaydı Ç. için emekler, kendisi de ayyaşın teki olmuş zaten, bir halt olmaz ondan. Ya S. o apayrı hikaye, 5 beden büyük bana, içkisi, kumarı, karısı, kızı bütün kötü huylar mevcut adamda, bir de sorumsuz, umursamaz. Salla gitsin S.'yi. Ya E. benim tertip, hah işte orda dur bakalım, o başka. O kaynar su, 1000 derece, ben ya ben, çay bardağı. Yıllarca kendime çay bardağı olduğumu itiraf edememiş, alter egomu geç, egom da legom da çay bardağı biri. En başlarda yok ben onu kırarım demiştim, E.'yi tertibi yani, salak kafa anlamışım işte o zamandan ters yaptırım olmuş onun beni kıracağını anlamışım ama ben onu kırarım manyağın tekiyim uğraşır mı adam demişim, peki ya sonuç, çizilmiş kalp, ezilmiş bünye.

Bugün T. ile konuştuk Pinokyo ile yani, Pinokyo derdim kendisine zira incecik zapzarif bir insandı, o soruyu sordum kendisine, "kaç yıl önceydi" dedim önce, baktım konuya girdi, "deneriz belki yine" dedi, ardından an bu andır sor rahatla dedim kendime ve sordum; "Pinokyocum, bana bi soru sormam lazım, biz beraberken ben seni kırdım mı çok?"

Yazdı, yazdı sonra sildi aha dedim edie kızım tosladın adam sayacak sana, ardından aylarca ağladım, kahroldum, kararttın hayatımı, travmalar yaşadım, terapist terapist dolaştım, her gece başkalarında aradım seni diyecek, ben de kırdım gül gibi adamı, insan değilim ben, çok kötüyüm diye düşünürken, "yok be hayatım, sen kırmadın ama başkaları çok kırdı" yazdı.

Şimdi düşünüyorum da kırmak ya da kırılmak işte bütün mesele bu!

Ya kıracaksın ya da kırılacaksın!

Yok mu bir orta yolu? Vardır elbet, bulunur!

Elbet bir gün bulunur!

8 Haziran 2009 Pazartesi

Californication'dan bir mektup

Dear Karen,
If you're reading this, it means I actually worked up the courage to mail it so good for me. You don’t know me very well, but if you get me started I tend to go on and on about how hard the writing is for me. This is the hardest thing I ever had to write. There no easy way to say this so I’ll just say it, I met someone. It was an accident, I wasn’t looking for it, I wasn’t one the make it was a perfect storm. She said one thing and I said another and the next thing I knew I wanted to spend the rest of my life in the middle of that conversation. Now there this feeling in my gut that she might be the one. She completely nuts in a way that makes me smile highly neurotic, a great deal of maintenance acquired. She is you Karen, that’s the good news. The bad news is that I don't know how to be with you right now, and that scares the shit out of me. Because if I am not with you right now I have this feeling we will get lost out there. It’s a big bad world full or twist and turns and people have a way of blinking and missing the moment. The moment that could of changed everything. I don’t know what’s going on with us and I can’t tell you should waste a leap of faith on the likes of me. But damn you smell good, like home and you make excellent coffee that has to count for something. Call me!
Unfaithfully yours,
Hank Moody



Californication dizisinden hatırlarsınız belki bu mektubu, uzun zamandır okumamıştım, bu sabah rastladım gene kendisine.

evde kalmış kız manifestosu

Elif Şafak'ı çok severim. Mahrem'le tanımıştım kendisi, ardından diğerleri geldi. Çoğu kişinin okuyup beğenmediği Siyah Süt'ü bile çok sevdim. Siyah Süt'ü okurken en çok "evde kalmış kız manifestosunu" sevmiştim. Geçenlerde kitapları düzenlerken elime geçti kitap, tekrar okudum manifestoyu ve buraya aktarmak istedim. İşte evde kalmış kız manifestosu:


1) Yalnızlık Allah'a mahsustur diyerek her insanı evliliğe mecbur bırakmak, insanoğlunun geliştirdiği en büyük aldatmacalardan biridir. nuh'un gemisi'ne çiftler halinde bindik diye, tüm yolculuğu çiftler halinde yapmak zorunda değiliz.

2) Nasıl oluyor da tüm geleneksel toplumlar da evlenmeyip de kendini ibadete ya da meslegine adayan insanlar herkesten saygı gördüğü halde, günümüz toplumunda "evde kalmak" acınası bir durum sayılmakta?

3) Ve nasıl oluyor da evlilik bir kadın ile bir erkek gerektirdiği halde, "evde kalmak" tabiri sadece kadınlar için kullanılıyor?

4) Bir kadın hiç evlenmemişse ve sürekli iş/aşk/şehir değiştirmişse, bir yerde sabit kalmamışsa onun için de "evde kalmış" mı denilmeli? yoksa "otelde kalmış", "seyahatte kalmış", "gurbette kalmış" gibi yeni tanımlamalara ihtiyaç mı var?

5)"Evde/otelde/seyahatte/gurbette kalan" kadınlara itibarları iade edilmeli. onlar, tıpkı promodern zamanın münzevileri gibi pirupak sayılmalı, saygı görmeli.

6) "Yuvayı dişi kuş kurar" lafı yanılsamadır. çünkü her dişi kuş her mevsim yeni bir yuva yapa yapa yaşayıp gider. kurduğu her yuvayı terk etmesini de bilerek. ömür boyu aynı yuvada kalan kuş yoktur.

7) Göç ve göçebelik, değişim ve değişkenlik bu hayatın elifbasıdır. öyleyse biz kadınlar ne bir yastıkta kocamak zorundayız ne gökten düşen elmaları beklemek.

8) İlla da evlilik metaforuyla konuşmak gerekiyorsa, diyebilirim ki "edebiyat benim kocam, kitaplarım da çocuklarım" bu durumda evlenip çocuk yapmaya kalkmam ancak edebiyatı boşayarak ya da onun üstüne kuma getirererek olur.

9)Edebiyatı boşamak söz konusu olamayacagına ve hiç bir koca adayı bir başkasının üstüne "kuma" gelmeyi kabullenmeyeceğine göre demek ki ebediyyen evde kalmış bir kızım.

10) İşbu kağıt parçası da benim manifestom.


Haa neden şimdi bu da nereden çıktı derseniz eğer, mevsim yaz, yaz oldu mu insanlar çılgın gibi düğün yapıyorlar, evlenen evlenene, hal böyle olunca da evlenen çiftler bekar olanlara sorup duruyor o malum soruyu "sen ne zaman evleneceksin?, evlen artık"

İşte bu manifesto bana bu soruyu soran tüm arkadaşlarıma benden bir cevap.

4 Haziran 2009 Perşembe

Grey's Anatomy- Meredith kızımızdan inciler vol.1

Grey's Anatomy ilk yayınlandığı zamanlarda bir kere izleyip pek bir şey anlamamıştım zira kimin eli kimin cebinde kim kimi götürüyor, yahu burası hastane hop arkadaş aa bak ameliyat öncesi oynaş filan anlamamıştım, ne zamandan sonra dizi 2. sezona girerken tekrarları yayınlanmaya başladı başladık Elif'le izlemeye. Ekrana paralize olduk, arka arkaya çılgın gibi seyrettik. 2. sezon, 3, 4 derken 5 geldi onu da seyrettik. Gün geldi izzie'ye üzüldük gün geldi meredith'e küfür ettik. Şu son zamanlarda şunu anladım meredith aslında şahane bir karakter. Dark and twisty bir hanım kızımız meredith. Kimilerine göre pek hanım değil olsun ama ben seviyorum, kadın aşık bir kere naapsın ya, naapsın kardeşim. Neyse konuyu sapıtmayalım, dağıtmayalım. Bu dizinin sevdiğim taraflarından biri baş ve sondaki narrator kısımları, meredith'in monologları. Hemen aşağıda bu özlü sözlerden bir demet bulabilirsiniz. Shonda abla seni seviyorum demek istiyorum buradan, evlatlık al beni, nüfusuna geçir!

Buyrunuz Meredith kızımızdan inciler:

"Remember when you were a kid and your biggest worry was, like, if you'd get a bike for your birthday or if you'd get to eat cookies for breakfast. Being an adult? Totally overrated. I mean seriously, don't be fooled by all the hot shoes and the great sex and the no parents anywhere telling you what to do. Adulthood is responsibility. Responsibility, it really does suck. Really, really sucks. Adults have to be places and do things and earn a living and pay the rent. And if you're training to be a surgeon, holding a human heart in your hands, hello? Talk about responsibility. Kind of makes bikes and cookies look really, really good, doesn't it? The scariest part about responsibility? When you screw up and let it slip right through your fingers."

"Forty years ago, the Beatles asked the world a question. They wanted to know where all the lonely people came from. My theory is that a great many of the lonely people come from hospitals. More precisely, the surgical wing of hospitals. As surgeons, we ignore our own needs so we can meet our patients' needs. We ignore our friends and families so we can save other people's friends and families. Which means that, at the end of the day, all we really have is ourselves. And nothing in this world can make you feel more alone than that."

"Maybe we're not supposed to be happy. Maybe gratitude has nothing to do with joy. Maybe being grateful means recognizing what you have for what it is. Appreciating small victories. Admiring the struggle it takes simply to be human. Maybe we're thankful for the familiar things we know. And maybe we're thankful for the things we'll never know. At the end of the day, the fact that we have the courage to still be standing is reason enough to celebrate."

"At some point, you have to make a decision. Boundaries don't keep other people out, they fence you in. Life is messy, that's how we're made. So you can waste your life drawing lines or you can live your life crossing them. But there are some lines that are way too dangerous to cross. Here's what I know. If you're willing to throw caution to the wind and take a chance, the view from the other side... is spectacular."

"A wise man once said you can have anything in life if you will sacrifice everything else for it. What he meant is nothing comes without a price. So before you go into battle, you better decide how much you're willing to lose. Too often, going after what feels good means letting go of what you know is right, and letting someone in means abandoning the walls you've spent a lifetime building. Of course, the toughest sacrifices are the ones we don't see coming, when we don't have time to come up with a strategy to pick a side or to measure the potential loss. When that happens, when the battle chooses us and not the other way around, that's when the sacrifice can turn out to be more than we can bear."

"Communication. It's the first thing we really learn in life. The funny thing is, once we grow up, learn our words and really start talking, the harder it becomes to know what to say. Or how to ask for what we really need."






1 Haziran 2009 Pazartesi

saat 18:15 ben bunu yazarken

saat 18:15.

haziran'ın biri.

mayıs da bitti.

ne acaip şu zaman. bu aralar hep bu aklımda. zamanın yanılsama olduğu. geçsin diye beklerken geçmek bilmemesi, geçmesin diye dua ederken de hızla akıp gitmesi.

mayıs, nisan, mart, şubat, ocak ve aralık.

dün gibi aklımda hala!

hayat tuhaf!

27 yıl geçmiş!

bu perşembe yani ayın dördü, 27 yıl tamamlanmış oluyor! geriye kalanlar bir bavula sığabiliyor.

geçen gün annem bebeklik eşyalarımı bulmuş. hastaneden eve gelirken üzerimde olan pikeyi, ilk tulumumu, biberonumu, emziğimi ve ayakkabılarımı gösterdi.

sonra ilk karnemi, okulda çekilmiş ilk fotoğrafımı!

tuhaf kadın şu annem. her zaman atacak bir şey bulur oysa ki, sevmez eskiyi ama atamamış bunları işte! kıyamamış belki de atmaya.

27 yıl geçti!