27 Mayıs 2009 Çarşamba

gitmek

şu aralar aklımda tek bir şey var, gitmek. her şeyi bırakıp gitmek, neresi diye sormayın zira ben de bilmiyorum. neresi olursa olsun gitmek. öyle sıkıcı gelmeye başladı ki her şey, her şey üst üste geldi. çok yorulduğumu hissediyorum bu aralar.

bugün gökyüzü masmavi ben griyim, renklerimi kaybettim bugün. tek aklımda olan şey gitmek. öyle çok istiyorum ki gitmeyi, bir deniz kenarı, bir dağın başı, bir ağacın gölgesi, bir derenin kenarı neresi olduğu önemli değil.

gidişi olan dönüşü olmayan bir yol istiyorum, kendime döneceğim bir yol olsun bu yol. kendimi bulayım, yeni öykülerle döneyim.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

böyle buyurur rilke


“kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. soruların kendisini sevmeye çalış, kilitli odalar ve yabancı lisanda yazılmış kitaplar gibi. cevapları şimdi arama. şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. bu her şeyi yaşama meselesidir. şu anda senin, soruyu yaşaman gerekiyor. belki daha ilerde, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.”

22 Mayıs 2009 Cuma

arka arkaya standing next to me ve seni unutsaydım bekler miydim'i dinleyebiliyorsam anlayın ki sıyırdım!

evet evet!

21 Mayıs 2009 Perşembe

---------

mayıstı.

seni o yüzden bağışladım!
ben en çok mayısta su içerim
ben en çok mayısta başımı öne eğerim
içimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar
avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı
mayısta öğrendim ben
ve teraslarda leonard cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı
tiril tiril
bembeyaz bir giysiyle
rüzgarda ayakların çıplak
kolların saracak gibi mayısta ölüp dirilen tüm çiçekleri
öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak
durmak
durmak

sevgilim periler ölürken özür diler
sevgilim..

kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan
tam
tam yaza girecekken
yazın omzuna yüzünü dayayacakken
çekip giden
ayaklarının altından o son sığınak terası da
acılarının velihatı leonard cohen de
çekip gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir
yani.. anlıyor musun.. mayıstı..

seni o yüzden bağışladım!


*periler ölürken özür diler
küçük iskender

19 Mayıs 2009 Salı

rüya

her zaman garip rüyalar görürüm ben. beni tanıyanlarda bilir hep garip rüyalar gördüğümü, hatta sorarlar dün ne gördün rüyanda anlat da eğlenelim diye.

dün gece- hayırlara vesile olsun diyerek başlıyorum önce- bir kuş gördüm rüyamda. siyah bir kuş, kanatları kafası siyah, gövdesi göğsü fosforlu yeşil bir kuş, kanadı yaralı, düz tutunca ciyaklıyor, pencerenin aralığından içeri girip elime konuyor, ben gökyüzüne salıyorum o geri geliyor ben saldıkça, beni bırakmak istemiyor. yavru bir kuş bu. daha sonra simsiyah bir kedi geliyor içeri, simsiyah göğsünde beyaz bir lekesi var, afacan afacan bakıyor bize, pati atıyor kuş, oyun oynuyor.

anlam veremedim, nedir bu rüya diye. ama güzel olsun neyse, özellikle şu son günlerdeki duama yanıt gibi geldi bu rüya. ya göz- beyin olarak hayatıma kaldığım yerden devam edebileyim ve unutayım her şeyi, ya da koskoca bir kalp olayım onunla birlikte. çok zor olmaması gerek bunun cevabı, bekliyorum sadece.

kuşa gelince;



buydu işte!

keyfimi yerine getiren şeyler vol. 1

bu adamı dinlemek


bulutlara bakmak



keyfimi yerine getiriyor.

17 Mayıs 2009 Pazar

çay bardağı


eğer çay bardağı kadar kırılgansan ya kaynar suyla asla karşılaşmamanın bir yolunu bul ve ideal bir kocaya varıp ideal bir hayat sürmeyi umut et, ya da, bir an önce kırılmaya bak. bütünün bir işe yaramazsa kırıkların bir işe yarar belki!


Elif Şafak/ Baba ve Piç

göz-beyin, kalp ve beden

şu yaşıma kadar göz ve beyin olarak yaşadım ben. gözüm gördü, beynim algıladı, kurguladı, yarattı ve yazdı. kalp ve beden ruhumun derinliklerinde yaşadılar yıllarca. arada çıkmak istediler, çıktılar yaralandılar ve geri döndüler eski yerlerine. çıkartmadım onları yerlerinden, tembihler üzerine tembihler ettim, sakın çıkmayın diye, göz ve beyinim ben dedim onlara. göz ve beyin hükümdarımdı. sonra bir gün göz bakmaması gereken bir yere baktı, kalp çıktı ardından gizli yerinden, beden başladı isyana. bu isyan tam 8 ay sürdü, 8 ay boyunca kalp ve beden hükümdarlığını ilan etti geçmiş yılların intikamını alırcasına. beyin ve göz çok içerledi bu duruma.

şimdilerde beyin ve göz yeniden ele geçirme planları yapıyor ruhu. ben göz ve beyinim. beden ve kalp değil. böyle yaşayamam.

her gece yatağımda dua ediyorum Allah'a, göz ve beyin olayım ben diye. kalp ve beden değil, göz ve beyin olarak nasıl yaşadımsa bunca yıldır geri dönsün beyin ve göz diye. şimdilerde bekliyorum, göz ve beyin olarak yaşayacağım günler yakın.

15 Mayıs 2009 Cuma

Elif Şafak'tan bir yazı

Seçmediğim bütün yollar

İnsan hayatı bireysel seçimlerle örülü ilmek ilmek. Yapılan irili ufaklı, binlerce, belki de milyonlarca tercihle işaretlenmiş bir harita ömrümüz. Ama seçtiklerimizden ziyade seçmediğimiz yollardır bu haritada belirleyici olan.

Sapmadığımız patika, dönmediğimiz dönemeç, tercih etmediğimiz seçenek.. elediğimiz imkanlar, geride bıraktığımız alternatifler. Onların toplamıyız aslında. Seçtiklerimizden ziyade seçmediğimiz yolların toplamıyız. Çocukken mandolin değil de flüte merak sarsaydık nasıl olurdu acaba? Bilye oynamak yerine bir enstrümanda uzmanlaşsaydık? Lisede şu gruba değil bu gruba takılsaydık, filanca insana değil falanca insana âşık olsaydık nasıl gelişirdi ömrümüzün geri kalanı? Tercih yaparken şu işe değil de bu firmaya meyletseydik, en iyi dostumuz olarak falancayı değil de filancayı seçseydik? Ve kadınların, filmlerde en çok sordukları o klişe soru, bilhassa acıtmak istediklerinde kocalarının canını: Seninle değil de filancayla evlenseydim kim bilir nasıl da farklı olurdu hayatım? Okulu bırakmayıp bitirseydim, çocuk doğurmayıp iş kadını olsaydım, patrondan zam istemek yerine istifa edip evime dönseydim...

Keza kocaların incitici soruları: Askerden sonra evlenmek yerine bir süre yurtdışına gitseydim, filanca tarihte kayınpederin dayattığı şartları kabul etmek yerine çekip gitseydim, ah bir gitseydim... Peki ya eşimi değil de başkasını sevseydim... Hani şu ilk aşkımın peşinde gitseydim... Hani şu seçmediğim öteki yolu seçseydim ne olurdu, ne olurdum? Seçmediğimiz yolları unuttuğumuzu zannederiz; ama insan beyninde sırf bu işten sorumlu bir merkez vardır, o merkezde de durmadan not alan cevval bir katip. Yazar da yazar. Kaydeder. Gün gelir pat diye açar tutanakları. İşte o zaman insan hatırlar. Seçmediğimiz tüm seçeneklerin, sapmadığımız tüm yolların yükü olanca ağırlığıyla çöker vicdanımızın, zihnimizin üzerine. O zaman muhakkak acı çeker, kendi kendimizi yer ve eninde sonunda haksızlık ederiz hem kendimize hem sevdiklerimize; yani sahip olduklarımıza, yani seçtiklerimize...

Italo Calvino, bir hikâyesinde seçim yapamayan bir adamın seyrüseferini anlatır. Sürekli iki şey arasında sıkışan, bir türlü karara varamayan bir adam, neyi seçse aklı seçmediğinde kalan, bu yüzden tıkanan, kataklanan, asla huzurlu olamayan bir genç adam. İki kadına birden âşıktır aynı anda, aynı yoğunlukta. İkisi de aşkına karşılık verir. Ne var ki bir an evvel bir tercih yapması gerektiği fikri çıldırtır adamı. Seçemez. İki ayrı iş imkanı vardır, birini seçip çalışmaya başlayamaz bir türlü, sırf seçim yapmanın zorluğundan. İki şehir arasına sıkışır, iki kadın, iki iş, iki hayat... Hikâyenin sonunda bir başka adam çıkar karşısına, yapışır yakasına. ‘Beni mahvettin.’ der. ‘Çünkü ben senin seçmediğin seçeneklerin alıcısıydım, girmediğin yolların yolcusu. Sen neyi seçmeyeceksen onu ben alacaktım. Senin evlenmediğin kadınla ben evlenecek, senin seçmediğin işe ben alınacaktım. Seçim yapmayarak sadece kendi kaderini değil benim kaderimi de tıkadın, önümü kapattın!’

Her adımda seçimdir hayat. Her adımda tesadüf. Ne var ki Türkçeyi Öztürkçeleştirenler bu tür ayrıntıları toptan söküp atmış olsalar da dilimizden, en nihayetinde ‘tesadüf’ ile ‘tevafuk’ aynı şey değildir. Bilmediğimiz, o yaptığımız minik minik dünyevi tercihlerin büyük ve semavi bir resimde nasıl bağlantılandığı, anlamlandığıdır.

12.02.2006

Elif Şafak

bir kere!

bugün cuma, tam bir hafta önce bugün sevdicekle kötü bir konuşma geçti aramızda. okuyanlar varsa eğer blogu anlayacaklardır ki bu konuşma öyle hayra alamet bir konuşma değildi, evet evet bir ayrılık konuşmasıydı. ayrıldık mı benim de bir fikrim yok ama tam bir haftadır konuşmadık, çarşamba günkü mesajlaşmayı saymazsak. birkaç gün ağladım, sıkladım, mızıkladım. canım masa komşuma, ablaya, anneye söz verdim tamam iyi olacağım diye. oldum da.

işe gelirken ve işten eve giderken şişli'nin en kalabalık caddelerinden birinde, yüksek plazaların karşısında büyük duvarlar görüyorum, her gün önünden geçiyorum ben bu duvarların. bu duvarların ötesi mezarlık. evet evet mezarlık, yahu manyak mısın deli misin diyeceksiniz ama işte bu mezarlığın önünden geçerken bir aydınlanma mı bir kendine gelme mi, bir titreme mi nedir bilmiyorum ama bir şey anladım ben. ölüp gidiyoruz bu hayatta, kırmaya, ağlamaya, hıçkırmaya, hönkürmeye, cırlayıp mızıldayıp kafaları yemeye hiç gerek yok aslında. o duvarların ötesinde, yerin iki metre altında üzerinde beyaz mermerli bir kabirle yatacaksın bir gün. ve bütün bu yaşadıkların boşuna. hayat denilen şey bir mucize, ne kadar lanetler yağdırsak da, küfürler savursak da biliyoruz aslında ama işte görmek istemiyoruz bu mucizeyi, bir gün gelecek ve biz hepimiz o iki metreye gideceğiz.

ha buradan şu anlaşılmasın, "koy rahvan gitsin" demek istediğim bu değil elbette, demek istediğim daha sakin olması gerektiğini hayatta, ağlamamak belki de gidenin ardından, belirsizlere çıldırmamak, öfkeyle kötü sözler söylememek.

bir kere geliyoruz hayata! bir kere!