13 Ağustos 2007 Pazartesi

Hafta Sonlarından NEFRET Ederim.

Hafta sonlarını hiç sevmiyordum. Evde olduğum ve yalnızlığımın aklıma geldiği hafta sonlarından ise nefret ediyordum. İşimin olmadığı zamanlarda hafta sonları ne yaptığımı düşünmeye çalıştım ama bulamadım. Yan taraftaki komşunun evi büyük gürültüyle yıkılırken duvara inen her bir darbe kafama iniyor gibiydi. Evin duvarlarıyla ruhum da sallanıyordu sanki. 25 yaşındaydım, yalnızdım ve hafta sonlarından nefret ediyordum. 1950’lerde yapılmış 2 katlı bahçe içinde eski ama yeniden restore edilmiş ve 3. bir kat ilave edilerek teras ve çatı katı eklenmiş, 5 odalı, bahçeli bir evde oturuyordum.

‘Ne yapsam’ diye dolanırken buldum kendimi. Kitabımı bitirmiş, bir gofret yemiş, babamla buluşmuştum bile. Dışarı çıkarsam ne yapabilirim ki diye sordum kendi kendime. ‘Neden hafta sonları da iş olmuyor ki sanki böylece can sıkıntım da azalır’.

İşimi seviyordum. Onca zorluklarla bulduğum içindi belki ama işimde çok mutluydum. Her sabah büyük bir neşeyle yataktan kalkıyor, günün geri kalan kısmını neşe içinde geçiriyordum. İşimde vakit harcamayı seviyordum, yapacak bir işim olmasa bile bilgisayar karşısında oturup düşünüyormuş gibi yapmayı seviyordum. Hafta sonlarını ise sevmiyordum. Gençken ne yapardım hafta sonlarında. Kalabalık, gürültücü kız arkadaşlarımla gençlerin buluşup birbirlerini kestikleri ve caka sattıkları yerlere gider, kafelerde takılır, akşam giyinmiş, süslenmiş bir şekilde gece eğlencesine giderdim büyük ihtimal. Ama tüm bunlar, eskide kaldı. Artık o arkadaşlarımla görüşmüyorum. Bu kadar yalnız kalacağımı bilseydim acaba görüşmeyi keser miydim bilmiyorum açıkçası. Hayatımda yalnız olduğum dönemler oldu ama bu kadar olduğunu hatırlamıyordum. Hafta sonları neden iş olmadığı için söylenip duruyor, pazartesinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Belki de beni hayata bağlayan tek şey işti. Bundan çok uzağa değil, 3 ay öncesine dönmeye çalıştım. İşimin olmadığı, aylaklık yaptığım zamanlara gitmeye çalıştım ama o zamanlar hafta sonunda ne yaptığımı hatırlayamadım.

Belki dışarı çıkarım. Babam dışarı çıkmam gerektiğini söylüyor. Arada sırada sokağa çıkmak temiz hava almak faydalı olur diyor ama evden çıkmak istemiyorum. Evden çıkınca da eve geri dönmek istemiyorum. Belki kalabalık, gürültülü alışveriş merkezlerinden birine gidip hamburger ve patates kızartması yer, ardından bir filme girerim. Belki sonra bir kitap alırım kendime. Ya da Kadıköy’ e gider, akşam evde seyretmek için birkaç film alabilirim. Bilemiyorum. Düşünmem gerek.

Ben aslında o kadar da yalnız biri değilim. Elbette benim de arkadaşlarım var-dı. Üniversitede okurken hafta sonları da dâhil olmak üzere haftanın her gününü hatta her anımı birlikte geçirdiğim 7 kişiden oluşan, bazen artan gürültücü, kalabalık birbirlerinden habersiz hareket etmeyen, giyecekleri kıyafetleri bile birbirilerine soran kızlardan oluşan bir grup. Üniversite arkadaşları. Onlardan nasıl ve hangi sebeple koptuğumu bilmiyorum bile. Hatırladığım bazı şeyler var tabi ki ama onlarda kopuk kopuk. Gönül adında birinin gruba eklenip aklıma girdiği sonra da onlardan yavaş yavaş kopmam aklıma gelen 1. sebep, bir diğeri de gruptaki Gamze’nin gruptaki en yakın arkadaşım Asiye’ye karşı suçlamaları, grubun Asiye’yi dışlaması, bunun sonucunda benim de protesto edip grupla konuşmamam. Bunlardan ikisi de olabilir. Ama belki bunlar bahane de olabilir. Asıl neden benim onlardan sıkıldığım ve değişik bir şeyler yapma isteğim de olabilir. Bilmiyorum. Unuttum, üzerinden çok uzun zaman geçti.
25 yaşındayım, gerçekten arkadaşım diyebileceğim bir arkadaşım yok, saçma insanlara aşık oluyorum ve birazdan evin tavanı üzerime düşecek gibi hissediyorum.

Evde 2 kedi var. Ön bahçede 4, arka bahçede 5. Belki ön bahçede 5, arka bahçede 4’dür. Her neyse bu evin kedili ev olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biz eve henüz yeni taşınmışken, yan komşumuz- daha önce yıkılmış olan taraf, şu an diğer yan komşunun evi yıkılıyor- kedi ve köpek beslerdi. Evde öyle çok kedi vardı ki, bir odayı kediler için özel tahsis etmişlerdi. Camları açılmayan büyük kedili bir ev. Camlar açıldığı zaman dışarı yayılan koku, insanın unutamayacağı türde bir kokuydu. Bizdeki kedi merakı böyle başladı. Sonra o yan komşu taşındı, evini başka biri satın aldı. Ev yıkıldı, yerine daha büyük bir ev inşa edildi. Yeni insanlar taşındı. Kedisiz yeni komşular. Ama kedili ev biz olduk. 11 kedi. Kedici Muammer Amca gibi olmuştu annem.

Kedici Muammer Amca’yla biz sokağa taşındığımızın 3. günü tanışmıştım. Yalnız başına yaşayan, hayatı boyunca evlenmemiş bekar, yaşlı, kedileri olan bir adamdı. Geceleri eve genellikle 23.00 gibi gelir, sokağın başında belirip uzun gölgesi yola vururdu. Kedici Muammer’in kedileri, o sokağa gelmeden metrelerce önce kokusunu alır, onun eve gelmesine yakın, yavaş yavaş, birer ikişer sokağın başına gidip onu ve elinde sallayarak geldiği ciğer dolu poşetini beklerlerdi.

Anneannem, Kedici Muammer’in o evde yalnız ölürse, kedilerin Muammer’in ölü bedenini yiyebileceğinden bahseder dururdu. Küçüktüm, kedilerin ölü bir adamı yerlerken görüntülerini gözümün önünde canlandırır, korkardım. Bazen Kedici Muammer’in bahçesine gider, bahçesine yavrulamış yabani kedileri sever, Muammer’in aralık duran, hiçbir zaman kapanmayan paslı, kirli demir mutfak kapısından evden gelen kokuyu duyardım. Yan komşunun eviyle aynı koku. Yıllar geçti. Kedici Muammer, Kadıköy’de bir otele yerleşti. Evi yıkıldı. Yerine biçimsiz, çirkin bir beton yığını yapıldı. Bahçesindeki yabani kedi yavruları izini kaybettirdi, dallarına abanıp deliler gibi erik topladığım erik ağacı kesildi, mutfak kapısından sızan kedi kokusu atmosfere karıştı. Yıllar sonra Kadıköy Çarşısında gördüm Kedici Muammer’i. Elinde torbası, üzerinde balıksırtı ceketi, kafasında kasketi, ve yanında kuyruğu kesik, tek gözlü kedisiyle.

Kedici Muammer’i, eski kedi kokulu evini, erik ağacını hatırlamak hafta sonundan nefret etme gerçeğini değiştirmez. Hala hafta sonlarından nefret ediyorum. Küçükken hafta sonlarını sabırsızlıkla bekler, cuma gelince deli gibi sevinirdim. Cumartesinin planlarını pazartesi gününden yapmaya başlardım. Büyüyünce değişeceğini söyleselerdi asla inanmazdım.

Camel rengi çantası ve botlarıyla içeri giren annem, bu güzel havada evde ne yaptığımı sordu az önce. ‘Dışarı çıkıp, arkadaşlarımla gezmeliymişim’ Bunu en az senin kadar ben de biliyorum çok sevgili anneciğim ama gel gelelim, dışarı çıkmak istemiyorum. Hafta sonu ne yapacağımı bile bilmiyorum. Kiminle dışarı çıkacağımı bırak daha ne yapmam gerektiğini bile bulamadım. Keşke festival olsaydı. Film, müzik ya da tiyatro. Ne festivali olduğu önemli değil. Yeter ki festival olsun. Festivalleri oldum olası severim. Her yıl büyük bir coşkuyla beklerim festivalin gelmesini. Festival programı açıklanır açıklanmaz, o yıl gideceğim filmleri seçer, bilet satışlarının başlayacağı günü sabırsız bir şekilde beklemeye başlarım. 10 bilet, 20 bilet. Deli gibi film seyrederim. Günde 2 film bazen 3 film. Avrupa filmleri, Amerikan bağımsız sineması, Fransız yeni dalgası, İtalyan yeni gerçekçiliği, İngiliz bağımsız sineması, Rus sineması, Bollywood sineması, bir biri ardına binlerce kare, binlerce görüntü, değişik fotoğraflar, tuhaf karakterler, öyküler. Hiç bıkıp usanmadan film seyreder, her seyrettiğim filmde anlatılan hikâyeden bir şeyler bulurum kendimde. Bunu neden ben daha önce düşünmedim, neden benim aklıma gelmedi diye sorarım, değişik hikâyeler izledikçe. Keşke festival olsaydı. O zaman canımı sıkıntısı biraz da olsa hafifler, hafta sonu ne yaptın dediklerinde festivale gittim derdim.

Saat 16.38 dışarı çıkıp, çıkmama konusunda kararsızım. Kimseyi aramadım, Arayacak pek kimsem yok gerçi ama laf da olsa bile eskiden hafta sonu planı yapmak için mutlaka Asiye’yle günde 3 kere konuşurdum. Ama şimdi konuşmak istemiyorum. Sonsuz bir depresyona doğru ilerlediğimi hissediyorum ama tuhaf bir şekilde kendime mutsuz hissetmiyorum. Boşlukta sallanmak istiyorum uzun süre. Salıncağa binip, başı dönen çocuk gibi hissediyorum kendimi. Salıncaktan hiç inmeyeyim. ‘Biraz daha sallanmak istiyorum anne, lütfen biraz daha’ .

Güneşli güzel bir havada, mavi dalgasız bir denizde beyaz bir teknede, bembeyaz elbisemle güvertede oturduğumu, teknenin suları yara yara ilerlemesini seyrettiğini, motorun yapmış olduğu minik dalgaların sıcak havada yüzüme sıçradığını hayal ediyorum. Hafif bir rüzgâr esiyor, beyaz elbisemin etekleri havalanıyor, hafif meşrep bir görüntü ama masum. Kıkırdıyorum hafifçe. Tekneyi baştan aşağı beyaz giyinmiş, yakışıklı, çapkın gülüşlü bir kaptan kullanıyor. Kaptan mı denir bilmiyorum, hayal bu ama. Kaptan demeye devam ediyorum. Çift gamzeli, gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış. Her iki kolunda da dirseğine kadar dövmesi var. Denizci ya, gittiği seferlerde yaptırmış. Hafif bronzlaşmış, tatlı bir esmerlik var. Telefonum çalıyor. Hayal dünyasından gerçek hayata dönüş. Serkan arıyor. Bu aralar, aramız iyi. Her gün mutlaka konuşuyoruz. Hala inatla Yunanistan’da olduğunu söylüyor. İnansam mı acaba. Plajı temizliyormuş, amelelik yaptığını anlatıyor, sesi iyi ama biraz da tuhaf. Bu ses tonunu iyi biliyorum. Sıkılmış, biraz da sinirli. Bana değil ama yaptığı işe. Evde misin diyor, çıksana sokağa, arasana Asiye’yi. Aramak istemiyorum Asiye’yi. Asiye kıçını gezdirsin, arkadaşını aramasın. Kızgınım ona. Küskünüm inceden. Görüşelim diyorum, konuşuruz diyor sürekli. En sonunda dayanamayıp telefon açıyorum, derdin nedir diyorum, delirdin diyor bana, derdim yok, üstüme gelme. Aramak istemiyorum Asiye’yi. Küserse küssün, çok da umurumda. Ne var yani arkadaşım olmazsa. Napolyon da yalnızmış. Kendimi mi kandırıyorum acaba. Bana ne, kandırmak istiyorum kendimi, aramak istemiyorum. Yeter sıkıldım. Asiye arasın birazda. Serkan’ı özledim ben. Az önce konuştuk daha. Acaba mesaj atar mı bana, keşke atsa. O mesaj atınca öyle seviniyorum ki. Keşke burada olsa.


Saat 17.00. Hala evdeyim, ne yapacağımı bilmiyorum. Giydiğim balenli sutyen, iğrenç kaşındırıyor. Çıkarıp atmak istiyorum. 70’lerdeki sutyen harekâtı gibi, sutyensiz gezmek istiyorum. Yer çekiminden korkuyorum ama. Ya sarkarlarsa, keçimemesi gibi olurlarsa..

Dışarı çıksam mı acaba, sabahtan beri pek bir şey yemedim. Yemek yemem gerek. Akşam geç geleceğiz diyor annem kapıdan çıkarken, gece dışarı çıkacak mısın, neden hala evdesin diye soruyor. Arka arkaya kaç tane soru sorabilir acaba. Ablamın bitmek bilmeyen sorularının nereden geldiğini anladım işte. Annemden almış bu özelliğini.

Yanımızdaki ev büyük gürültüyle yıkılmaya devam ediyor. Balyoz darbeleri kafama kafama iniyor sanki. Neden hala evdeyim. Yalnız olduğum hafta sonları eski arkadaşlarımı düşünüyorum. 10 yıl öncesine gitmeye çalışıyorum. Gidemiyorum, kalıyorum.

Pamuk kız, tavana gözlerini dikmiş bakıyor. Bu gürültü de nereden geliyor gibisinden. Merak etme kızım, o darbeler benim kafama iniyor. Ruhuma. Daha önce kalplerini kırdığım insanlar için geliyor. ‘Sıradaki şarkıyı Almanya’dan arayan Mustafa için çalıyoruz’

SEN UYURKEN

Ben daha çocukken ileride ne olacağımı, nerede olacağımı, kiminle olacağımı düşünürdüm. Hayal ederdim. Şikâyet ettiğimi sanma. Benim bir kedim var, bir dairem var, uzaktan kumandanın kontrolü benim elimde ki bu en önemlisi… Sadece benimle birlikte gülebileceğim kimsem yok.
İlk görüşte aşka inanır mısın? Eminim inanmazsın. Bunun için çok mantıklısın.
Ya da daha önce hiç birini görüp, onu tanıyıp, seni daha yakından tanıdığı zaman, tabii burada gerçekten birbirini tanımak çok önemli, iyi anlaşabileceğinizi ve birlikte yaşlanmak isteyebileceğinizi fark ettiğin oldu mu hiç?
Hiç konuşmadığın birine âşık oldun mu?
Hiç komadaki biriyle konuşacak kadar yalnız kaldın mı?

2 Ağustos 2007 Perşembe

Elde Makas Koşmak

"Hiç hak etmeyen birini sevmek. Çünkü tek sahip olduğunuz odur. Çünkü herhangi bir ilgi, hiç ilgi olmamasından iyidir. Bir yerini kesip kanatmak bazen, tamamen aynı sebepten dolayı tatmin edicidir. Hani şu, sabah sekiz ile gece yarısı arasında hiçbir farkın olmadığı, hiçbir şeyin olmamış ve olmayacak olduğu, lavaboda yıkadığınız bardağın kazayla kırılıp derinizi deldiği gri günlerdeki gibi. İşte o anda günün en canlı şeyi olarak sarsıcı kırmızısıyla, öylesine titreyerek kendi kanınız gelir. Bunu bazen sorun etmezsiniz, çünkü en azından hayatta olduğunuzu anlarsınız"


"Ara sıra bir şeyin peşindeymişiz gibi gelmiyor mu? Daha büyük bir şey. Bilmiyorum, sanki sadece ikimizin görebileceği bir şey. Sanki koşuyoruz da koşuyoruz?"
"Evet" dedim. Gerçekten koşuyoruz. Elimizde makas koşuyoruz hem de"

Alkolik bir baba, şiir yazma tutkusuyla yanıp tutuşan manik depresif bir anne, birbirinden tuhaf tiplerle dolu bir aile, akıl hastası bir eşcinselle cinsellik keşfi ve tüm bunların arasında sıkışmış kalmış bir çocuk; Augusten Burroughs.